Hamd âlemlerin Rabbi, sahibi ve hâkimi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz, önderimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun. Hâkimiyet; Egemenlik, yasama ve kanun çıkarma gibi manalara gelir. Türkiye Büyük Millet Meclisinde büyük harflerle şu ibare yazılıdır: “EGEMENLİK (HÂKİMİYET) KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” Bu yazının ne anlama geldiğini, doğru olup olmadığını ve ne zamandan beri asıldığını hiç düşündünüz mü? Bu yazının manası şudur: İtiraz edilmeksizin ve irdelenmeksizin kanun koymak, haram (yasak) ve helal (serbest) vaaz etmek ve yönetim; Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın değil, tamamıyla milletindir. Milletin helal dediği helal, haram dediği haramdır. Serbest bıraktığı serbest yasakladığı yasaktır.! Millet isterse içkiyi, faizi, kumarı, zinayı, eşcinselliği ve daha başka rezillikleri serbest kılabilir. Bu kararlara hiç kimse itiraz edemez! Ve karşı duramaz!. Osmanlı Devletinin çöküşü sonrasında 1923’te Laik Demokrat Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bu temel üzerine kurulmuştur. Bu söz sizce bu kainatın sahibi ve hâkimi olan Allah-u Teâlâ’ya başkaldırı ve savaş ilanı değil midir.? Halbuki biz Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın mesajı olan Kur’an’ı Kerim’den şunu öğreniyoruz: “Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Sûresi, 40) İmam Taberi (rahimehullah) bu ayetle alakalı olarak şöyle demektedir. “Allah (celle celaluhu) yarattığı hiçbir varlığı hükmünde kendisine ortak kabul etmez. Bilakis kulları arasında tek başına hüküm verecek, onların işlerini düzenleyecek ve dilediği gibi tasarrufta bulunacak olan ancak O’dur.” (Taberi Tefsiri 8/212) Yani kısacası “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır.” Çünkü yaratan O’dur, sahip olan O’dur, ibadete tek layık olan O’dur. Nasıl ki demokraside egemenlik, hakimiyet hakkının beşere ait olduğu noktasında hiçbir ihtilaf, şek ve şüphe yok ise, İslam’da da bu yetkinin ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya ait olduğu hususunda hiçbir şek ve şüphe yoktur. İslam’da en yüksek otorite, kendisinden başka hiçbir otoritenin bulunmadığı tek sulta sahibi Allah-u Teâlâ’nın bizzat kendisidir. O’nun hükmünü bozacak hiçbir merci, O’nun sözünün üzerinde hiçbir söz sahibi yoktur. Bu tevhid kelimesine şahitlik eden her Müslümanın zihninde güneş gibi açık olan bir meseledir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Dikkat edin! Hem yaratmak, hem de emretmek sadece O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir." (A'râf Sûresi, 54) Allah-u Teâlâ, hükmün ve otoritenin tek sahibi olması dolayısıyla, kullar arasında ancak kendi hükümleri ile hükmedilmesini emretmekte, buna karşılık Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlerin kâfirler, zalimler ve fâsıklar olduklarını bildirmektedir: “Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, kâfirlerin… zalimlerin… fâsıkların ta kendileridir.” (Maide Sûresi, 44-45-47) Allah-u Teâlâ kulların arasında meydana gelebilecek bütün ihtilaflara dair yetkinin sadece Kendisine ait olduğunu bildirmiş, hakkında ihtilafa düşülen bütün meselelerde O’nun hakemliğini tanımayı emretmiştir: "Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Rasûlüne götürün." (Nisa Sûresi, 59) Bununla beraber Allah-uu Teâlâ, ihtilafların ve anlaşmazlıkların çözümünü Allah’tan başkasının hükümlerine götüren kimselerin iman iddialarını ise reddetmektedir: "Sana indirdiğimize ve senden önce indirdiklerimize iman ettiğini iddia edenleri görmedin mi? Tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Ancak onun hükmünü inkâr etmekle emir olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir." (Nisa Sûresi, 60) Ve nihai olarak Allah-u Teâlâ hükmüne hiç kimseyi ortak tanımadığını beyan ederek, kendi hükmü dışında kalan bütün hükümlerin cahiliye hükümleri ya da Tağutun otoritesi olarak isimlendirmiştir. "O hiçbir kimseyi hükmünde ortak kabul etmez." (Kehf Sûresi, 26) “Onlar cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Gerçekten inanan bir topluluk için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır." (Maide Sûresi, 50) Sonuç: Egemenlik hakkını yüce Allah’a değilde millete veren, Allah-u Teâlâ’nın kanunlarıyla değil de demokrasi ürünü kanunlarla yönetilmek isteyen toplulukların İslam dini ile hiçbir bağları kalmaz. Bu topluluklar La ilahe illallah deseler de, namaz kılıp zekat verseler de, her sene hacca gitseler de durum değişmez, ahirette ibadetleri onlara fayda vermeyecektir. Allah’ın affına mazhar olamazlar. Çünkü egemenliği millete vermek küfür ve şirktir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (Nisa Sûresi, 48) Davamızın sonu Allah-u Teâlâ’ya hamd etmektir. Musa Ebu Cafer
بسم الله الرحمن الرحيم Siyasal İslam tabiri iki kelimeden mürekkeptir. İlki Siyaset ve diğeri İslam’dır. Bu yazının bahis edeceği konu bu olacak inşallah… Siyasal İslam… Yani Siyaset lafzını İslam lafzına sıfat kılarak. Ama İslam’ın Siyasete sıfat olması… Bu başka bir şeydir. İkisini karıştırmamak gerekir. Zira iki ıstılah arasında esasi farklar vardır. Sonuncusu, yani “İslami Siyaset” hak ve meşru iken ilki, yani “Siyasal İslam” batıl ve İslam dininin temel esaslarına muhaliftir. Aradaki farkı anlamak için iki meselenin izahı lazım gelir: Siyaset kelimesinin aslı ve Siyasal İslam tabirindeki siyasal kelimesinin menşei. Birinci mesele: Siyaset kelimesi aslen Arapça olup سَاسَ (sêse) fiiline masdardır. Aslı سوس dir, vav ile. İbni Manzur (rahimehullah) şöyle der: “السَّوْسُ (es-Sevs) riyasettir. Kişi birilerine baş olduğu zaman سَاسُوهُم سَوْساً (sêsûhum sevsen) denilir. سَاسَ الْاَمْرَ سِيَاسَة (sêse’l-emra siyâseten) işi üstlendi denilir. Ve سُوِّسَ فُلانٌ أمْرَ بَنِي فُلان (suvvise fulânun emra beni fulân) yani onların siyasetleriyle mükellef oldu denilir. Ve kişi insanların işlerine hâkim (yönetici) kılındığı zaman سُوِّسَ الْرَجُلُ أمُورَ النَّاس (suvvise’r-raculu umûra’n-nâs) denilir. Ve hadiste İsrail oğullarının peygamberleri siyaset ederlerdi (يَسُوسُهُم), yani işlerini tevelli ederlerdi gelmiştir. Aynı emîrler ve valiler halkın işlerini tevelli ettikleri gibi.” Ve el-Feyyûmi (rahimehullah) şöyle der: “سَاسَ زَيْدٌ الْأَمْرَ يَسُوسُهُ سِيَاسَةً (sêse Zeyduni’l-emra, yesûsuhu siyâseten) yani o işi tedbir etti ve üstlendi.” Binaenaleyh lügatte siyaset mutlak manada yönetmek demektir. Şeriat ise bu manayı vahiyle yönetmek olarak takyid etmiştir: İmam el-Buhari (rahimehullah)’ın tahriç ettiği hadiste Ebu Hureyre (radıyallahu anhu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir: كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأَنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ لاَ نَبِيَّ بَعْدِي وَسَيَكُونُ خُلَفَاءُ “Beni İsrail’i peygamberleri yönetirdi (تَسُوسُهُم). Bir nebi öldüğünde ardından bir nebi gelirdi. Şüphesiz ki benden sonra nebi olmayacaktır, halifeler olacak.” Hadisin ifade ettiği gibi şeri manasıyla siyaset vahye dayanma mecburiyetindedir. Zira Beni İsrail’i yöneten nebiler halkı elbette semadan nazil olan vahiyle yönetiyordu. Nebilerin sonuncusu olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem) de halkını semadan nazil olan vahiyle yönetiyordu. Ondan sonra nebi yoktur ancak onun (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem)’in ardından gelen yöneticiler vardır. Binaen aleyh (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem)’in beyan ettiği şeriatla hükmetme mecburiyetindedirler. Bunun için İslam’da siyaset var mıdır diye sorulsa denilir ki: Elbette, bilakis siyaset İslam’a mahsustur. Zira hüküm Allah’a mahsustur. Ondan başka hükmetme salahiyeti olan yoktur. Emretmek ve nehyetmek O’na mahsustur. Bu da İslam şeriatıdır. Bunun için İslami siyaset, yani İslami yönetim elbette doğru ve haktır, bilakis tek doğru ve hak olandır. Ulemanın Şeri Siyaset olarak isimlendirdikleri de budur. Yani Kuran ve Sünnet’e mesnet olan ve Kuran ve Sünnet’i kaim ve hâkim kılan yönetim, onun hali ve meşru yollarıdır. Bu mevzuda İslam uleması çok telif etmiştir. Kimisi fıkıh kitaplarında bab olarak kimisi de müstakil kitaplar olarak. Dünya yönetimi İslam şeriatı ve İslam şeriatı dünya yönetimi olduğu hususunda Müslümanlar asla ihtilaf etmemiştir. Bilakis insanların işlerini idare etmek için şeri yönetimin nasb edilmesi icma ile acilen vaciptir. Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) şöyle der: “İmamı (halifeyi) akdetmek icma ile vaciptir.”1 Ve Muhammed eş-Şirbini el-Hatib (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın (halifeliğin) akdedilmesi farzı kifayedir. Nitekim ümmet için dini ikame eden, sünneti muzaffer kılan, mazlumun hakkını zalimden alan, herkes için tüm hakları hikmet ile koruyan bir imamın varlığı zorunludur.”2 Ve Ebu Abdullah İbnu’l-Ezrak el-Ğırnati (rahimehullah) şöyle der: “Bu şeri vacibin, yani imamı naspetme yönünde vacipliğin hakikati, dini ve din ile dünya siyasetini korumada Şari’yi temsil etmesine döner. Bu niyabeti itibariyle bu makam hilafet ve imamlık olarak isimlendirilmiştir. Zira mahlûkatın varlığında maksut olan dindir, yalnız dünya değil.”3 Ama İslam ümmetinin daha evvel görülmemiş dalalete düştüğü miladi 20. asırda el-Ezher şeyhlerinden biri olan Ali Abdurrâzık dinde dünya siyasetinin olmadığını iddia eden “el-İslamu ve Usûlu’l-Hukm” adlı kitabını yazdı. Ali Abdurrâzık’ın ortaya attığı bu görüşü ona muasır olan ulema şiddetle reddetti. El-Ezher’de 25 kişilik bir ulema heyeti toplandı ve onu mahkeme etti. Karar olarak onu oy birliği ile âlimler zümresinden ihraç ettiler. Buna ilaveten kadılıktan atıldığı gibi her türlü dini ve dünyevi faaliyetten de men edildi. Hatta Muhammed Şâkir, Muhammed Reşîd Rıza, Yusuf ed-Decvi ve Muhammed Buhayt el-Mutîi gibi bazı âlimler yazdığı kitabından ötürü onu tekfir edip riddet hükmünü vermişlerdir. Bu görüşün nerden geldiğini ve nelere sebep olduğunu yazının devamında zikredeceğim inşallah. Şimdilik bizim için önemli olan bu fikrin, yani İslam’ın insanların dünya işlerini idare etmemesi fikri veya başka bir ifadeyle İslam’da siyasetin olmaması fikri 20. asra kadar Müslümanlar arasında var olmamasıdır ve asla kabul görülmediğidir. Bilakis İslam ümmeti 20. asırda laiklik ve Siyasal İslam bataklığına düşünceye kadar daima İslam şeriatını en üst idari nizam olarak kabul etmiştir. Siyasal İslam’ın siyaset kelimesinin bu manasıyla (Arapçada yönetmek manasıyla) alakasına gelince, derim ki: Siyasal İslam’ın siyasetin kelime manasıyla hiçbir alakası yoktur. Zira Siyasal İslam’ın tabiatında yöneticilik yoktur. Siyasal İslam yöneten bir ideoloji değildir. Bilakis zalim sistemin içerisinde “din özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” gibi “temel insan haklarına” dayanarak yönetime karşı muhalefetçi bir ideolojidir. Evet, hedefi iktidar olmaktır lakin iktidara gelince davasını üzerine bina ettiği bu özgürlükleri koruma ve destekleme mecburiyetinde olduğu gibi muhalefetini üzerine kurduğu bütün İslami davalarını de terk edip itiraz ettiğini de kendisi yapma mecburiyetinde olur. Muhalefetteyken kapitalist, faizci iktisat sistemini, fesat ve fuhuşu yayan kurumları, dine ve peygambere küfreden ve alay eden çevreleri, dünya Müslümanlarını katleden devletleri ve onlarla ittifakları redderken iktidar olunca bunlarla beraber olmaya ve onların da menfaatlerini yönetmeye mecbur olurlar. Dolayısıyla Siyasal İslam küfrün hâkimiyeti cihetinden hiçbir şey değiştirmemektedir. Sadece kâfir, zalim iktidarın Müslüman ferdin ibadet hayatında koyduğu engelleri hafifletmektedir. Mesela Türkiye’de var olan laik ve kapitalist sistemin hâkimiyeti açısından AKP’nin yaklaşık 17 seneden beri tek başına iktidar olmasına rağmen ne değişti? Laiklik mi kalktı? Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir düsturu mu yıkıldı? Çoğulcu demokratik parlamenter sistem mi değişti? Faiz mi kalktı? Genel evleri mi kapatıldı? Atatürkçü eğitim sistemi mi kalktı? Ve ve ve… Ne değişti? Hiçbir şey değişmedi! Ama bireysel (dini) hak ve özgürlükler açısından bir hafifleme oldu muhakkak. Ama aynı hafifleme ateist ve eşcinsel için de oldu. İkinci mesele: Yukarıda geçtiği gibi siyasetin İslami, şeri olması doğrudur, bilakis zorunludur. Ama İslam’ın siyasi olması asla İslam örfünde yoktur. Zira yönetici (siyasi) olan veya yönetici olmayan (siyasi olmayan) bir İslam yoktur. Bilakis İslam zatında yönetimdir (siyasettir). Kulun Rabbiyle ilişkisini yönettiği gibi, kullar arası ilişkileri ve kul ve idare arası ilişkileri de yönetir. Dolayısıyla Siyasal İslam tabiri muhdes ve batıl bir ıstılahtır. Siyaseti başkasına sıfat olarak getirmek İslam fehminde ve örfünde aslen yoktur. Bu nazarın menşei ecnebidir… Eski yunanlardan gelmedir. Siyasal İslam tabirindeki siyasal kelimesi, manasını eski Yunanca olan politiké’den almıştır. Politiké eski Yunanca da sıfat olup “devlet yönetme sanatı” manasına gelmektedir. Ve sıfat olduğu için mevsufa ihtiyacı vardır. Çünkü sıfat mevsufta kaim olan manadır. Dolayısıyla asla mevsuftan hali olamaz ve doğrudan onunla ilişkilidir. Şu halde devlet yönetme sanatı manasına gelen politikanın sıfat olacağı bir bünyeye ihtiyacı vardır. Yani buna göre devlet yönetimi özgürlükçü veya tutucu veya barışçı veya savaşçı veya demokratik veya komünist veya liberal veya da İslami olabilir. Şu halde yunan kökenli siyaset tabiriyle şu terkipler mümkündür: Siyasal özgürlükçülük, siyasal milliyetçilik, siyasal devrimcilik, siyasal tutuculuk veya siyasal İslamcılık. Ama dinimizde vaz edilmiş siyaset Arapçadır ve sıfat değil mevsuftur. Yani Arapça kökenli siyaset tabiriyle yukarıda misal verdiğim terkipler ancak şöyle mümkündür: Özgürlükçü siyaset, milliyetçi siyaset, devrimci siyaset, tutucu siyaset veya İslami siyaset. Şimdi, burada önemli olan husus şudur: Yukarıda dediğim gibi İslam, siyaseti (yönetimi) sadece kendisi için kabul eder. Kendisinden başkası için katiyet ve sarahat ile reddeder. Dolayısıyla İslam’a göre özgürlükçü siyaset, milliyetçi siyaset, devrimci siyaset, tutucu siyaset veya herhangi başka bir siyaset yoktur. Sadece İslami, şeri, sırf Kuran ve Sünnet’e mesned olan siyaset vardır. Allah (Subhanehu ve Teâlâ) şöyle buyuruyor: إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ “Hüküm sadece Allah’a aittir” (Yusuf 40) أَلا لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ “İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de sadece O’nundur” (el-Araf 54) وَلا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا “O kimseyi hükmüne ortak yapmaz” (el-Kehf 26) Ve ibni Âmir kıraatinde وَلا تُشْرِكْ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا “Kimseyi hükmünde Ona ortak koşma” şekliyle rivayet gelmiştir. İbni Âmir kıraati yedi mütevatir kıraatlerden biridir. İslam’ın siyasallaşması Yukarıda zikrettiğim gibi aslen böyle bir ifade batıldır. Çünkü İslam için “yönetici” veya “yönetici değil” ayırımı asıl itibariyle yoktur. İslam yönetimdir ve tek yönetimdir. Asla kendisiyle beraber ikinci bir yönetimi kabul etmez. Ama Siyasal İslam’ın hakikatini izah edebilmek için ve bu batıl anlayışın muhdes ve ecnebi olduğunu ifade etmek için başlığı böyle attım. Zira 20. asra kadar Müslümanlar İslam Şeriatından gayri bir yönetim biçimi bilmedikleri gibi kabul etmemişlerdir de. Ama 20. asırda öyle bir şey oldu ki, birileri İslam’ı “siyasallaştırmaya” çalıştılar. Ama ne manada siyasallaştırma? Dinen vaz edildiği manada değil. Bilakis eski yunanların kullandıkları manada… Yani İslam’ı mevcut yönetime uygun bir sıfat yapmaya çalıştılar. İslam’ın en temel esaslarını hedef alan bu saldırı, ameli ve fikri olmak üzere iki cihetten gerçekleşti: Ameli cihetten, Ankara’daki Kemalist rejim 1924 de Hilafeti ilga etti. Yaptığını İslam âlemine izah mahiyetinde TBMM “İslam’da Ümmetin (halkın) Otoritesi” adlı bir risale yayımladı. Kemalist Türkiye’nin ameli olarak başlattığı bu hamlenin fikri altyapısını ise el-Ezher şeyhlerinden ve kadı olan mısırlı Ali Abdurrâzık oluşturdu. O yukarıda geçtiği gibi h.1344/m.1925’de “el-İslamu ve Usulu’l-Hukm” (İslam’da İktidarın Asılları) adını verdiği bir kitap yazdı. Yukarıda söylediğim gibi bu kitaba Müslümanlardan büyük tepki geldi. Zamanın büyük uleması bu kitaba reddiyeler yazdılar. El-Ezher’den 25 âlim Ali Abdurrâzık ve kitabını mahkeme etmek için özel toplandılar ve kitabı men ettiler ve Ali Abdurrâzık’ı ulema zümresinden çıkarıp faaliyetten men ettiler. Ali Abdurrâzık’ın kitabında ispat etmeğe çalıştığı öne çıkan hususlar şunlardır: 1. Hilafetin İslam dininde aslı yoktur. 2. Kuran ve Sünnet’te İslam ulemasının hilafet olarak şartlarını beyan ettiği, tavsif ettiği ve tahdit ettiği muayyen yönetim biçimine delil yoktur. 3. Bilakis Kuran ve Sünnet, Allah’a, Rasulüne ve yönetimi elinde tutana itaat etmeyi emrediyor. 4. İslam şeriatı sırf kul ile Rabbi arasındaki ilişki için nazil olmuştur. Kullar arası ilişkileri ve halkın genel işlerini tedbir etmek için değil. Ali Abdurrâzık’ın kitabında ispat etmeye çalıştığı bundan başka çok batıllar vardır ama bizim için burada önemli olan kitabın iddia ettiği ana fikirdir ki şudur: Kuran Müslümanların işlerini idare edecek, menfaat ve maslahatlarını koruyacak siyasi bir yönetimi ve hükümeti zorunlu görmektedir. Ancak bu yönetimin İslam’ın esaslarına dayanma mecburiyeti yoktur bilakis İslam Müslümanları kendilerine en uygun yönetim şeklini seçmekte serbest bırakmıştır. Kitabın son kısmında “Dinde hilafet yoktur” başlığı altında şöyle diyor: “Gerçek şu ki Müslümanların hilafet diye bildikleri bu kurumdan İslam dini beridir. Hilafetin dini işlerle, yargı, iktidar ve devlet işleriyle hiçbir alakası yoktur. Bilakis bu işler tamamıyla siyasidir. Dinin bu işlerle hiçbir alakası yoktur. Din bunları ne kabul eder ve ne de reddeder. Ne emreder ve ne de yasaklar. Bilakis bu işleri tamamıyla bize bırakmıştır. Ta ki biz bu işleri yürütmekte aklın otoritesine, milletlerin tecrübelerine ve siyasetin kurallarına başvuralım. Bu aynı İslam ordusunun tedbir edilmesi gibi, şehirlerin ve sınırların imar edilmesi, divanların düzenlenmesi gibidir. Bu işlerin de dinle hiçbir alakası yoktur. Bilakis bu işler akla, tecrübelere, harp kurallarına, mühendislik ve bilirkişilere döner. Dinde Müslümanları diğer milletlerle bütün siyasal ve sosyal alanlarda yarışmaya girmekten hiçbir şey men etmiyor. Ve bugüne kadar boyun eğdikleri ve dayandıkları bu köhnemiş sistemi yıkmayı da dinde hiçbir şey men etmiyor. Bilakis daha hayırlı bir nizam tesis etmek için iktidarlarının temellerini ve devletlerinin düzenini insan aklına ve milletlerin tecrübelerine göre şekillendirmelerinde hiçbir mani yoktur.”4 Burada özellikle görülmesini istediğim bazı hususlar vardır: Birinci husus: Ali Abdurrâzık’ın kitabıyla ispat etmeye çalıştığı dinsiz devlet görüşü daha evvel İslam ümmetinde hiç görülmemiş bir görüştür. Ankara’da oturan Kemalist rejimin TBMM’si hilafeti ilga ettiğinde yayımladığı kitapçık bu görüşü ilk ortaya atmıştır ama bu kitapçığa zaten Müslümanlar tarafından itibar edilmemiştir. Çünkü birincisi içerik itibariyle yetersizdi ve ikincisi Ankara hükümeti fiilen hilafeti kaldırmıştı. Atatürk ve Kemalistlerin Müslümanlar indinde zaten bir itibarı kalmamıştı. Ama el-Ezher ulemasından ve kadı olması hasebiyle Ali Abdurrâzık’ın yazdığı bu kitap Müslümanların dikkatini çekti. Dini ve ilmi bir taraftan yazılmıştı ve bu görüşü ilmi bir üslupla ispat etmeye çalışıyordu. Dolayısıyla İslam âleminde yazılmış, kendini dinden soyutlamış, İslam şeriatını sırf kul ve Rabbi arası ilişki olarak tanımlayan ve dini devlet idaresiyle hiçbir surette ilişkilendirmeyen laik devleti tanımlayan ilk kitap budur. Başka bir ifadeyle İslam’ı yönetici olmaktan çıkarmış ve yöneticiye sıfat yapmış olan ilk kitap budur. Yönetici Rabbi'yle ilişkisinde Müslümandır ve İslam şeriatına itaat etme mecburiyetindedir. Zira İslam şeriatı sadece bunun için nazil olmuştur ve Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in görevi de sadece bu şeriatı tebliğ etmekten ibaretti. Ama Müslümanların dünya işlerini yönetmek, yürütmek, yargı, insanlar, devletler ve dinler arası ilişkiler ve hatta toplumsal din işlerini tedbir etmekte yönetici özgürdür. Menfaate ve maslahata en uygun şekilde yönetmeye mecburdur. Bu hususta istifade etmesi ve dayanması gerektiği kaynak insan aklı, kim olursa olsun milletlerin tecrübeleri ve milletler arası kabul görmüş siyaset kurallarıdır. İşte bu siyasal İslam’ın İslam tarihinde görüldüğü ilk halidir. İkinci husus: Siyasal İslam asıl haliyle laiktir ve muhalefet olsun iktidar olsun laiklik ilkesinden asla ayrılmaz. Çünkü siyasal İslam ideolojisinin bina ettiği esas, yönetimde din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır. Siyasal İslam’a göre din, kul ve Rabbi arasındaki ilişkiyi tanzim eden ferdi ibadetlerden ibarettir. Ama dünya işlerinde dinin asla müdahalesi yoktur. Ali Abdurrâzık’ın tesis ettiği siyasal İslam ideolojisine göre Allah hayatın tüm alanlarına hükmeden bir şeriat inzal etmemiştir. Bilakis Kendisiyle manevi bağın kurulmasını irşad eden, sırf manevi bir şeriat vahyetmiştir. Dünya işlerine gelince, Müslümanların dünya işlerini kendileri idare etmelerini, yargı, talim, iktisat ve diğer hayat alanlarını hallerine ve maslahatlarına uygun kendileri belirleyip düzenlemelerine teşvik etmiştir. Allah dünya işlerini tamamıyla insanların kendi iradelerine bırakmıştır. Menfaat ve maslahat gördüklerini celbetmek için en uygun kabul ettikleri araçları seçmekte özgürdürler. Din dünya işlerini düzenlemek için gelmediği için dünya işlerinde görüşü yoktur. Nitekim yukarıda dediği gibi “Din bunları ne kabul eder ve ne de reddeder. Ne emreder ve ne de yasaklar. Bilakis bu işleri tamamıyla insana bırakmıştır. Ta ki insan bu işleri yürütmekte aklın otoritesine, milletlerin tecrübelerine ve siyasetin kurallarına başvursun”. Siyasal İslam ideolojisindeki laiklik anlayışı budur. İslami yönetim idareye ve dünya işlerini tedbir etmeye dini karıştırmaz ama yönetimi oluşturan fertler özel hayatlarında Müslüman olarak İslam şeriatına itaat edebilirler. Halkı da dini hayatlarında dini vecibelerine itaatkâr olmakta teşvik ederler. Siyasal İslam’ın İslam milleti için ne kadar tehlikeli olduğunu anlamak bu itikatlarını anlamaktan geçiyor. Siyasal İslam köküne kadar laiktir ama seküler ve lâdini değildir. Türkiye halkının çoğu bu itikatları temyiz edemiyor ve dolayısıyla Siyasal İslam’ın laik olduğunu kabul edemiyorlar. Çünkü laikliği sadece lâdini haliyle biliyorlar. Bilahare Siyasal İslam’ı doğru zannediyorlar, destekliyorlar ve kendilerine yol ediniyorlar. Şu iyi anlaşılmalı, asıl itibariyle siyasal İslam seküler değildir, lâdini hiç değildir. Ama laiktir. Ve bugünkü haliyle seküler de oldu. Laiklik, sekülerlik ve lâdinilik. Hepsi birbirine çok yakın ve iç içe giren kavramlar olsa da her biri ayrıdır. Laiklik en basit ifadeyle din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Sekülerlik ise en basit ifadeyle dinin etkisini ve kişinin uhrevi yönelişini günlük hayatından uzaklaştırmaktır ve farklı dinlere mensup olan kişilerin iktidar karşısında eşit olmalarıdır. Lâdinilik ise dinin tamamıyla nefyedilmesi, yönetimin ve halkın dinsizleştirilmesidir. Buna binaen Siyasal İslam elbette laiktir. Zira dinin devlet işlerine hiçbir surette müdahil olmayacağını savunuyor. Ama asıl haliyle seküler değildir. Çünkü dini kul ile Rabbi arasında vasıl olarak kabul ediyor ve kendi özel hayatında Rabbi'nin buyruklarına itaat etmesini doğruluyor. Din olarak da ancak İslam’ı kabul ediyor. Fakat bugün mevcut olan siyasal İslami hareketler aynı zamanda sekülerdir de. Toplumu dini buyruklara bağlı yaşamalarında özgür kabul ettikleri gibi İslam haricinde dinleri eşit kabul ediyorlar hatta dinsizliği İslam’a seçenek olarak kabul ediyorlar. Üçüncü husus: Siyasal İslam’ın varlığına hilafeti ilga edenler sebep olmuştur. Veya daha doğrusu Türkiye’de hilafeti ilga eden Atatürk ve taifesinin varlığına sebep olanlar Siyasal İslam’ı da vücuda getirmişleridir. Bu, Siyasal İslam’ı yol olarak seçenlerin yüzleşmeleri gereken en acı gerçektir. Kurtuluş vesilesi kabul ettikleri bu batıl ideoloji İslam’ı yok etmek için İslam düşmanlarının tezgâhlamış oldukları en etkili araçtır. Mustafa Kemal Ankara hükümetinin Hilafeti ilga izahnamesiyle Siyasal İslam’ın doğum vesikası olan “İslam’da İktidarın Asılları” kitabı arasında açık beraberlikler vardır. 1922 de saltanatın kaldırılmasıyla başlayan ve 1924 de hilafetin ilgasıyla sonuçlanan süreçte Siyasal İslam hazırlanmıştır. Lakin hilafetin ilgasından hemen sonra Mustafa Kemal ve taifesi gerçek emellerini gerçekleştirmeye koyuldular ve lâdini olan Kemalist rejimleriyle Türkiye halkına musallat oldular. 1922 de saltanatın hilafetten ayrılması ve kaldırılmasıyla hâkimiyet resmen ve tamamıyla Ankara Büyük Millet Meclisine intikal etti. Bu milli hâkimiyete, yani halkın yönetmesine giden ilk adımdı. Ama TBMM henüz dini kimlikten tecrit edilmemişti. Yani din ve devlet işleri henüz tamamıyla birbirinden ayrılmış değildi. Nitekim Vahdettin Han’ın İstanbul’dan ayrılmasından sonra Abdulmecid Efendi’yi yeni halife seçen TBMM olmuştur. Ve 1923 de ilan edilen Cumhuriyetin Anayasası hala “Devletin dini, Din-i İslam’dır” maddesine sahipti. Ama işin başından beri hedefin hilafetin yıkılması ve yerine laik bir ulus devletinin kurulmasıydı. Sevr ile başlayan ve nihayet vatan haini Kemalist yobazlara hapis düşen Türkiye halkıyla nihayet bulan bu tezgâhı “Kemalizm ve Türkiye Müslümanlarına etkisi” adlı yazımda izah etmeye çalıştım. Tezgâhı kimlerin ve nasıl kurduklarını ve nasıl işlettiklerini bilmek isteyenler oraya müracaat edebilirler. Bu zaten gizli bir şey de değildir. Mustafa Kemal saltanatın kalkmasından sonra hilafetin de kalkacağını çokça haber vermiştir. Meclis görüşmelerin birinde şöyle diyor: “Efendiler! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclis’imiz, kendi varlığını halife unvanını taşıyan ve taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir.”5 Ocak 1923 de bazı gazetecileri toplayarak İzmit’te yaptığı kapalı toplantıda hilafetle alakalı şöyle cevap veriyor: “Dünya yüzünde bağımsız ve yeni bir Türkiye devleti vardır. Bu devleti kuran milletin bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Milletin, memleketin tek gerçek temsilcisi bu meclistir. Türkiye devletinin başkanı da vardır. Bu şekil şeri’dir, ilmîdir. Özellikle devletin bağımsızlığını en iyi koruyabilecek bir şekildir. Ve özellikle milletin hâkimiyetini gösterecek bir şekildir. Türkiye Devleti başka bir makam tanımaz, esasında başka bir makam yoktur. Yani Hilafet makamının durumu ve resmi niteliği yoktur.”6 Ve Nutuk’unda şöyle demiştir: “Efendiler! Ben, şahıs hâkimiyetine dayanan saltanatın kaldırılmasından sonra başka unvanla aynı nitelikte olan bir makamdan ibaret olması gereken hilafetin de ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Bunun elverişli bir zamanda ve fırsatta açıklanmasını tabii buluyordum.”7 Hususen saltanatın kaldırılmasından sonra gündemi oluşturan konu hilafet mevzusu olmuştur. Hilafetin ilgasına kadar Meclis’te ve Meclis dışında hilafet taraftarları ve karşıtları arasında yazılı ve sözlü çok tartışmalar yaşandı. Ama hala devlet müslümandı. Atatürk bunu değiştirmeyi zaten çoktan kararlaştırmıştı ancak kendisi dediği gibi bunun elverişli bir zamanda ve fırsatta açıklanmasını tabii buluyordu. Yukarıda zikri geçen İzmit basın toplantısında Kılıçzade İsmail Hakkı Bey’in “Yeni hükümetin dini olacak mı?” sorusu Atatürk’ü epeyce rahatsız etmişti. Lakin elverişli zaman ve fırsat henüz gelmediği için “Vardır efendim! Fakat İslam dini hürriyeti efkâra mani değildir” cevabını vermişti. İsmail Hakkı Bey tekrar “Yani hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?” şeklinde ısrar edince “Edecek mi, etmeyecek mi bilmem. Bunun mevcud olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir. Millet mütedeyyindir. Dini de dini İslam’dır. Dini reddedecek ortada bir sebep yoktur” demeye mecbur kalmıştır.8 Fiilen saltanatın kaldırılmasıyla başlayan Türkiye’nin laikleşme süreci 3 Mart 1924 de hilafetin kaldırılmasıyla İslam âlemine de bulaştı. Zaten kurgulanmış proje buydu. Türkiye de hilafetin ilga edilmesiyle din ve devlet işleriyle tamamen birbirinden ayrıldıktan sonra diğer İslam ülkelerinde de laikleşme taraftarları güçlenmeye başladı. Laikleşme hareketinin dini altyapısını da Ali Abdurrâzık’ın “İslam’da İktidarın Asılları” kitabı sağladı. Ali Abdurrâzık’ın kitabı hilafetin ilgasından hemen sonra çıktı ve bizzat TBMM’nin izahnamesine işaret ediyordu. Kitabın birinci babında halifenin müslümanlar üzerinde velayet hakkını nerden aldığını bahsederken iki mezhep zikreder. Birinci mezhep olarak iktidar gücünü Allah (celle celeluhu)’dan alır ve ikinci mezhep olarak da doğrudan ümmetten alır olarak ayırıyor. İkinci mezhebin doğruluğunu tercih ettikten sonra “Bu mezhebi en güzel izah eden ve destekleyen Ankara TBMM hükümetinin “Hilafet ve Ümmetin İktidarı” adı altında neşrettiği risaledir” der.9 Devamında da bu hastalığı nerden kaptığını ifşa edercesine hali hazırda İslam ümmetinin yaşadığı ihtilafın benzerini daha evvel Avrupa halkı da yaşadığına dikkat çeker ve onlara da bu mevzuda iki felsefi mezhep nispet eder. Kralın iktidarı ve gücü mukaddes ve semavidir diyen Thomas Hobbes felsefesi. Ve iktidar gücünü halktan alır John Locke felsefesi. Ali Abdurrâzık’ın kitabında Ankara Meclisini izlediğini açıkça gösteren diğer bir husus da iki kitabın içeriğinde benzerliğidir. Yazıyı fazla uzatmak istemiyorum yoksa bazı misalleri burada zikretmek isterdim. Neyse. Bunları yazmamın sebebi şu hususların anlaşılması içindir: Bir: Ali Abdurrâzık’ın tesis ettiği Siyasal İslam ideolojisi Osmanlı Devletini saltanatsız ve İslam ümmetini halifesiz bırakan saldırının devamıdır. İki: Siyasal İslam ideolojisi laiktir. Bunun için oluşturulmuştur. En esasi ve önemli unsuru dinin hiçbir surette devlet işlerine müdahil olmamasıdır. Üç: Ankara hükümeti de ilkin Siyasal İslam’ı din edinmiş bir hükümetti. Din ve devlet işlerini birbirinden ayıran ama halkın dini hayatına karışmayan bilakis din olarak din-i İslam’ı kabul eden bir hükümetti. Siyasal İslam’ın tarif ettiği gibi İslam şeriatı kul ile Rabbi arasında alakaları tedbir eden manevi bir nizam olarak kabul ediyordu. Ancak Ankara hükümetinin bu hali uzun sürmedi. Çok hızlı bir şekilde Atatürk ve dava arkadaşları asıl emellerini gerçekleştirmeye koyuldular. 3 Mart 1924 de Hilafeti ilga ettikleri aynı kararla Şeriyye ve Evkaf Vekâletini de sona erdirerek şeri mahkemeleri ve Tevhid-i Tedrisat kanunuyla da medreseleri kapattılar. Sonra sırasıyla 25 Kasım 1925 de Şapka iktisası hakkında kanun çıkararak evvelen giyilen başlık türlerin giyilmesi yasaklandı, hatta hakkında yazı yazmak bile yasaklandı. 30 Kasım 1925 de Tekke, Zaviye ve türbeler kapatıldı. 26 Aralık 1925 de Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklandı, yerine 3.Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan Takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi. 17 Şubat 1926 da İsviçre Medeni Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medeni Kanunu” oldu. 1 Mart 1926 da İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” oldu. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı. 28 Mayıs 1927 de binalar üzerindeki tarihi kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. 10 Nisan 1928 de lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “Vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi. 24 Mayıs 1928 de Rakam devrimi yapıldı. 3 Ekim 1928 de Harf devrimi yapıldı. İslâm harfleri atılıp Latin harfleri alındı. 1 Ocak 1929 de Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı. 1 Nisan 1931 de Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi. Atatürk ve aveneleri mutlak iktidar sahibi olduktan sonra sadece devleti dinsizleştirmek değil Türkiye halkını dinsizleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Dolayısıyla hilafetin ilgasından sonra teşekkül etmiş olan Ankara hükümeti laik değil lâdiniydi. Ve yukarıda işaret ettiğim yazıda dediğim gibi Atatürk hükümetinin din düşmanlığı umumen bütün dinlere karşı değildi bilakis İslam dinineydi. Yoksa Ankara Meclisi Türkiye’nin Hıristiyan olmasını dahi tartışmıştır. Dördüncü husus: Devleti dinsizleştirme hareketi bütün İslam âleminde reddedildi. Atatürk’ün hilafeti ilga etmesinden sonra birçok taraftan yeni bir halifeye biat çağrıları geldi. Hilafet acilen ikame edilmediği takdirde ümmetin cümleten günahkâr olacağı, dünyevi ve uhrevi ukubeye müstahak olacağı birçok fetvada ve yazılarda neşredildi. Böyle bir havada Ali Abdurrâzık kitabını yayımladı ve hilafetin dinden olmadığını, dinin devlet işlerine müdahil olmadığını şeri delillerle ispat edebileceğini iddia etti. Allah’ın dininde asla tenakuz yoktur. Hükmetmeye inmiş bir kitap nasıl olur da hâkim olmadığını ispat eder?! Ali Abdurrâzık’ın boş sözlerine ve iftiralarına zamanın saygın uleması cevap verdi. Yukarıda bahsettiğim gibi el-Ezher onu mahkeme etti ve âlimler zümresinden ihraç etti. Hatta bazısı Ali Abdurrâzık’ı görüşlerinden dönmediği için tekfir etti. Zira bu görüş İslam’ın esasını, İslam’ın hâkimiyetini inkâr etmektedir. İslam ümmetinde böyle bir söz, daha evvel İslam’a müntesip biri tarafından ortaya atılmamıştır. Ama gel gör bugün İslam ümmetine hâkim olan görüş bu oldu. Siyasal İslam’ın ümmete yayılması Dediğim gibi, din ve devlet işlerini ayıran bir İslam dini yoktur. Bilakis İslam şeriatı zatında yönetimdir, devlettir… Bilaistisna her alanda ve her konuda. Müslüman bir toplulukta dinin devlet işlerine müdahil olmayacağı görüşü habis bir bidattir. Müslümanlar arasında böyle bir görüş M.20. asırdan önce asla görülmemiştir. Ama görüyoruz ki 20. asırdan sonra ve özellikle bugün bu ideoloji bütün İslam beldelerine yayılmış ve hüküm sürüyor. Bugün İslam âleminde mevcut olan ve bazı ülkelerde hüküm süren siyasal İslami hareketler hepsi laik ve demokrattır. Yukarıda izah ettiğim gibi Siyasal İslam ideolojisi zaten esasında laiktir. Ama buna rağmen bu hareketler hakkında galip olan anlayış dine dayalı siyasi, içtimai, hukuki ve iktisadi bir devlet nizamı tesis etmeleridir. Avamca tabirle şeriatı getirecekleridir. Bu vaziyete nasıl geldik? Bu sorunun cevabı elbette çok söz istiyor. Ve bu yazı buna asla yeterli gelmez. Ama çok muhtasar olarak bazı önemli noktalar olarak şunları zikredebiliriz: Bir: Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması. Osmanlı Devletinin zayıflaması hususen 1774’de 1. Abdulhamid dönemiyle başlamıştır. 74’de Rusya ile yapılan sulh antlaşmasında ilk defa Osmanlı Devleti başka bir devlete cizye ödemiştir. Ayrıca bu dönemden sonra zimmî Hıristiyanlara bazı imtiyazlar verildiği gibi ecnebilerin Osmanlı Devletinin içişlerine karışmasını sağlayan bazı haklar da verilmiştir. Bundan sonra ve hususen 1861’den sonra dönme Yahudiler ve Masonlar Osmanlı Devletinin siyasi ve askeri kademelerine iyice yerleşmişlerdir. Ayrıca Osmanlı toplumunda fikri gelişmeyi de ele geçiren dönme Yahudiler ve Masonlar nihayet Osmanlı Devletinin son asrında idareyi tamamen ele geçirdiler ve İngiltere’nin desteğiyle nihayet 1924 de Hilafeti kaldırdılar. Bu sürecin dâhili olduğu kadar harici de etkenleri çoktur. Ama burası bunları tafsili yazmaya münasip yer değildir. Önemli olan şu ki Osmanlının İslam şeriatından taviz verip kendisini sözde “Batı medeniyetine” kaptırmasıyla zayıflamaya başlamış olmasıdır. Ve şu da bir gerçek ki Osmanlı Devletini savaşlar bitirmemiştir. Bilakis dili dilimiz olan, adı adımız olan ama kalbini Yahudilere ve gâvurlara satmış olan dâhili düşmanlar yıkmıştır. Bu hususun konumuzla alakası şudur: Osmanlının 1770’lerden sonra zayıflamasıyla başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri ve Rusya Osmanlı topraklarına saldırılarını artırdılar ve Osmanlı’nın bölgelerdeki hâkimiyetini kırdılar. Birinci dünya harbinden sonra ve 1924 de hilafetin ilga edilmesiyle son bulan süreçte bütün Osmanlı toprakları asli kâfirler ve mürted uşakları tarafından işgal edilmiş durumdaydı. İşgalci kâfirlere çalışan yerel mürted yönetimler her türlü direnişi hunharca bastırıyorlardı. Bu vaziyette yenidünya düzenine karşı mücadele eden Müslümanların ekseri silahlı mücadeleye ya takatleri yoktu veya daha eslem olan fikri, siyasi mücadeleyi tercih ediyorlardı. İki: İslam beldeleri halklarının arasında batı taklitçiliği, nifakın ve zındıklığın aşırı derecede yayılması. Siyasal İslam’ın İslam âleminde hızla yayılmasının ve kabul görmesinin en büyük sebeplerinden birisi şüphesiz bir tarafta siyasi, fikri ve kültürel düşünürlerde ve diğer tarafta askeri zümrede İslam şuurunun yok olmaya doğru zayıflaması ve buna karşın batıdan gelen her şeye karşı aşırı derecede bir iştiyakın meydana gelmesidir. Bunun başlıca sebebi 18. asırdan sonra Osmanlı Devletine harici müdahalelere müsaade edilmesi ve dâhilde masonların ve Yahudilikten dönmelerin faaliyetlerine imkân sağlanmasıdır. Bu gelişmenin en zararlı neticelerinden birisi Almanya ve Fransa gibi ülkelerden gençleri okutmak üzere Osmanlı diyarına ecnebi öğretmenlerin getirtilmesi ve Osmanlı gençlerin okumaları üzere Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ecnebi ülkelere gönderilmeleridir. Bunun akabinde hem Türk İslam âleminde hem de Arab İslam âleminde tamamıyla batıya müteveccih ve İslam’a ve İslami değerlere muhalif bir nesil peydahlandı. İslam âlemine bela olan laikliğin, milliyetçiliğin, liberalizmin, komünizmin ve demokrasinin taşıyıcıları bu nesil olmuştur. Din ile devlet işlerini birbirinden ayırma ideolojisi de ancak batıdan taklit edilmiş olan bir necasettir. Üç: Hilafetin ilgasından sonra İslam âleminde şeriatçı hareketlerin oluşması ve bu hareketlerin zamanıyla demokratik değişime uğramaları. Siyasal İslam’ın bugün kabul edildiği gibi kabul edilmesini sağlayan en önemli sebep 20. asrın ilk yarısından beri Müslüman devletlerin laikleşmesine tepki gösteren şeriatçı hareketlerdir. Bu hareketlerin başında şüphesiz Hasan el-Benna’nın 1928 senesinde Mısır, İsmailiyye’de kurduğu İhvanu’l-Muslimin hareketidir. Bu hareketin ilkin ortaya çıkışı İslam şeriatını devlet nizamı olarak ispat etmek içindi. İslam şeriatına dayalı fikri ve sosyal hedefleri olduğu gibi siyasi, askeri ve iktisadi hedefleri de vardı. Mısır halkı tarafından büyük kabul gören İhvanu’l-Muslimin hareketi tez büyümüştür, hatta Mısır sınırlarının dışına çıkıp Ürdün, Filistin ve Suriye’de etkin olmuştur. İhvanu’l-Muslimin cemaatinin en meşhur uzantısı şüphesiz Filistin’de faal olan Hamas’tır. İslam âleminin doğusunda da 20. asrın ilk yarısında benzer bir vaziyet el-Mevdudi tarafından kurulan Cemaatu’l-İslamiyye ile meydana geldi. İki harekette ilkin İslam şeriatına bağlılıklarını tasrih ediyorlardı ve cihadı menheç olarak kabul ve teşvik ediyorlardı. Ancak 20. asrın son çeyreğinden sonra ve özellikle 21.asırda tamamen demokratikleşip, laik demokrat sistemin içerisinde seçimle yönetime ulaşmayı kendilerine yol ve din edindiler. İslam şeriatını devlet nizamı olarak ispat etmek için kurulmuş olan bu hareketlerin zaman geçtikçe daha çok siyasete (politikaya) kaymalarıyla aslen temsil ettikleri İslam’da gittikçe siyasallaştı. Böylece bu hareketler Siyasal İslam’ın temsilcileri haline geldiler. İşin başında şeriatçı olan bu hareketler aslında şeriatçılığı çoktan terk etmişlerdi ancak insanların çoğunun nazarında bu cemaatler hala ilkin oldukları gibi İslam şeriatını tek devlet nizamı olarak kabul edenlerdi ve edenlerdir. Dört: Mücadelenin yanlış yolda verilmesi. İslam şeriatını savunmak için kurulmuş olan İhvanu’l-Muslimin ve benzeri teşkilatların mücadele yolu olarak kolay olanı seçmeleri ve silahlı mücadeleyi terk etmeleri onları zaman geçtikçe demokratik muhalefete itti ve sonunda ona hapsetti. Demokratik, parlamenter sistemin şartlarını kabul edip, diğer demokratik fırkaların kabulünü ve demokratik seçmenlerin desteğini alarak yönetim olma hayaline kapılan bu hareketler yasal ve anayasal çerçevede sistemin bir parçası oldular ve bizzat kendileri kuruldukları gayeye karşıt laik idarenin hamileri ve İslam şeriatının hâkimiyeti için savaşan mücahitlerin düşmanları oldular. Siyasal İslam laiktir Laiklik 17.ve 18. asırlarda Avrupa’da yaşanan fikri devrimlerden doğan, gelişen ve daha sonra bütün dünyaya yayılan bir doktrindir. Laiklik doktrini tek bir tür değildir. Siyasal İslam’ın ilke edindiği laikliği doğru anlamak için hepsi laiklik olarak tanımlanan bu değişik türlerini iyi ayırt etmek lazımdır. Bir: “Fransa Laikliği” veya “Aktif Laiklik” veya “Saldırgan Laiklik” veya “Voltaire Laikliği” olarak bilinen laiklik türü. Anti Klerikal (kilise karşıtı) düşünceye dayanan bu laiklik türü Avrupa’da varit olan bütün savaşların, olumsuzlukların ve sorunların sebebi Hıristiyanlık dini ve umumen dinlerin olduğunu ve bunun için dinsel bütün değerlerin kaldırılmasını ve yerine akli (pozitif) değerlerin getirilmesini savunur. Bu laiklik tam manasıyla dinlere muhalif, inkârcı ve lâdinidir. İki: “Yurttaşlık Dini” veya “Rousseau laikliği” olarak bilinen laiklik türü. Bu da Fransa Laikliğine benzerdir ancak dinin varlığını tamamen nefyetmez. Bilakis dini değerlerin yerine din mertebesinde olacak olan toplumsal kurallar ve yasalar yerleştirir. Bu toplumsal kurallar ve yasalar herkes tarafından kabul edilme mecburiyetindedir. Bu laiklik türüne göre her ferd her şeyden evvel vatandaştır ve devletine bağlı olma mecburiyetindedir. Herkesin herkes tarafından kabul edilen toplumsal kurallara bağlı olmasıyla meydana gelen “Genel İrade” devletin meşruiyetini ve yetkisini sağlar. Toplumsal kurallar ve yasalara uygun olan her din makbuldür. Lâkin yasaların dışına çıkan veya aykırı olan hiçbir dine müsamaha edilmez. Dolayısıyla Rousseau Laikliği, Voltaire Laikliğinden farklı olarak dini tamamıyla nefyetmez ama dini tamamıyla Genel İrade’yle meydana gelmiş olan pozitivist yasalara itaate zorlar. Üç: “Anglo-Sakson Laiklik” veya “Pasif Laiklik” veya “Yumuşak Laiklik” veya “John Locke Laikliği” olarak bilinen laiklik türü. Bu laiklik türünün temel düşüncesi din ve devlet ayrılığıdır. Yani dinin devlet idaresine her hangi bir müdahalesi kabul edilmez. Ama halk farklı dinler sahibi olabilir. Devlet her bir dine eşit mesafede tarafsız olur. Bugün “Yumuşak Laiklik” olarak meşhur olan bu tür laiklik devlet idaresinde laiktir ve halk idaresinde sekülerdir. Şimdi! Siyasal İslam’ın ilke edindiği Anglo-Sakson tipi laikliktir, yani muasır tabirle Yumuşak Laikliktir. Din devlet işlerine karışmaz ama toplumun fertlerini de dinleri gereğince ibadetten alıkoymaz. Her bir dine karşı tarafsız davranır. Daha önce geçtiği üzere Ali Abdurrâzık’da zikri geçen kitabında kralın iktidarı ve gücü mukaddes ve semavidir diyen Thomas Hobbes felsefesinden ve iktidar gücünü halktan alır diyen John Locke felsefesinden bahseder. Sonra doğru olarak da ikincisini tercih eder ve dinen ispat etmeye çalışır. Binaen aleyh Müslümanlar şunu iyi anlasınlar: Siyasal İslam asıl itibariyle laiktir. Laikleşti diye bir şey yoktur. Bu yanlış anlayışın sebebi Siyasal İslam’a (dinsiz devlet anlayışına) tepki olarak vücuda gelen İhvanu’l-Muslimin gibi ilkin şeriatçı olan hareketlerdir. Ancak yol olarak demokratik zemini kabul ettikleri için zamanıyla Siyasal İslam onları da yuttu ve Siyasal İslam’ın şeriatçı bir ideoloji olduğu zannedilmeye başlanıldı. Hâlbuki Siyasal İslam asıl itibariyle şeraitçi değildir, bilakis saf laiktir. Bu bağlamda zamanımızda AKP Hareketinin laik olmadığını zannettiren nedene de kısaca değinmek istiyorum. Aslında bunu konu etmeye hacet yoktur. Zira AKP Hareketinin önderi Recep Tayyip Erdoğan ve bütün teşkilatı laik olduklarını kendileri defaatle ve sarahatle açıklamışlardır. Ama yine de AKP’ye oy verenlerin birçoğu şeriatı getirecek ümidiyle vermektedirler. Bunun nedeni AKP ve benzeri siyasal İslamcı hareketlerin ilke edindikleri laikliktir. Türkiye Müslümanların alışık oldukları laiklik, Kemalist rejimin tatbik ettiği ve AKP Hareketinin hükümet oluncaya kadar Türkiye de icra olan Kemalist laikliktir. Kemalist laiklik Voltaire felsefesi ağırlıklı bir Rousseau laikliğidir. Yani Kemalist laiklik İslam dininin asıl kaynaklarına düşman ve yok etmeyi savunan ama kendi koyduğu kurallar ve yasalara itaat eden, bir vatandaşlık dini çerçevesinde olan İslam dinini kabul eden bir laikliktir. Bunun için Atatürk ve uşakları yeni bir Türk dini icad etmeye çalışmışlardır. Allah (celle ve ala)’nın Rasulü Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’e inzal ettiği İslam dinini ve tabilerini bütün şiddet ve zulüm ile yok etmeye çalışmışlardır. AKP ve Erdoğan’ın şeriatçı olduklarını zannettiren sebep de tam buradan gelmektedir. Erdoğan ve AKP’si Locke’ci laiklerdir. Yani devletin din sahibi olmadığını bilakis bütün dinlere karşı tarafsız ve her dine aynı mesafede olması gerektiğini savunmaktadırlar. Lâdini bir laikliğin hâkim olduğu Türkiye‘de İslam dini ve Müslümanlar irtica olarak kötülenmişler ve dışlanmışlardır. Başka din sahiplerine müsamaha edildiği gibi Müslümanlara edilmiyordu. Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi dinlerine uygun giyinmekte hürken veya çocuklarını kendi açtıkları okullarda dinlerine uygun eğitmekte hürken veya dinsizler kendi dinsizliklerini açıktan yaşamakta hürken Müslümanlara yasal engeller vardı. Mesela kamusal alanda başörtüsü yasağı ve benzeri gibi. Bütün dinlere karşı tarafsız olan Erdoğan ve AKP’si bütün dinlere verilen hakların dindar Müslüman vatandaşlara da verilmesi gerektiğini sağladı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında eşitliği sağladı. Kemalist, komünist, faşist, Yahudi, Hıristiyan veya ateist vatandaşın hakkı neyse Müslüman vatandaşın da hakkı o olsun dedi. Türkiye vatandaşı Müslüman dini gereğince daha evvel yapamadıklarını yapmaya imkân bulunca mevcut hükümetin şeriatı adım, adım getireceğini inanmaya başladı. Erdoğan ve AKP’nin yaptığı bundan ibarettir. Bu ise şeriatçılık değil bilakis bu laikliğin ve sekülerliğin ta kendisidir. Siyasal İslam’ın Türkiye Müslümanlarına etkileri Siyasal İslam Hak-batıl, İslam-küfür mücadelesi tarihinde sadece İslam’a düşman değil bilakis semavi inanç sahibi bütün insanlığa düşman olan şeytanilerin kurguladıkları en etkili silahtır. Asrımızda bütün İslam ümmeti bu musibetle ibtila ediliyor. Burada bütün İslam ümmetine değil Türkiye Müslümanlarına bazı etkilerinden kısa bahsedeceğim. Etkiler burada zikrettiklerime münhasır değildir. Fakat önemli bulduklarımın bazıları bunlardır. Bir: İnsanların İslam’dan fevç, fevç çıkmalarına sebep oldu. Laiklik üç neviyle de açık küfürdür. Voltair veya Rousseau felsefelerine dayanan laikliklerin küfrünü tartışmaya ihtiyaç dahi yoktur. Bilakis bu iki laikliğin küfür olmayacağını tartışmaya açanların İslam’ı kati surette yoktur. Kemalizm’in ilke edindiği laiklik, Voltair ağırlıklı olmasıyla beraber bu iki felsefeye dayanır. Bunun için Kemalistleri fert, fert tekfir ediyoruz. Bu bağlamda bir de Atatürkçü diye tabir edebileceğimiz kişiler vardır. Bunlarda tafsilat vardır. “Kemaliz ve Türkiye Müslümanlarına etkisi” adlı yazımda bunu izah ettim. Dileyen oraya müracaat edebilir. Laikliğin üçüncü nevine gelince, yani Siyasal İslam’ın ilke edindiği laikliğe gelince ve bizim için önemli olan AKP’nin ilke edindiği laikliğe gelince, yani “Yumuşak Laiklik” diye tabir edilen Locke felsefesine dayanan laiklik de açık küfürdür. Zira birincisi, dini yönetimden men etmektedir ve ikincisi, batıl dinleri ve ideolojileri ikrar etmektedir ve üçüncüsü, değişik suretleriyle batılı İslam dinine müsavi kılmaktadır. Bu üç itikadın küfür olduğunda Müslümanlar ihtilaf etmezler. Buna ilaveten AKP sekülerdir de. Yani halka istediği dini, ideolojiyi ve sapıklığı işleme hürriyetini ispat ediyor. Bu hususta tek engel ve sınır her şeyin, hatta Allah (celle ve ala)’nın (hâşâ) üzerinde olan TC yasalarıdır. Bu da ihtilafsız küfürdür. Böylece Siyasal İslam laikliği ve demokrasiyi İslam kisvesine soktu ve Müslümanları bu açık küfre, sahih yol olarak teşvik etti. İnsanların ekseri de bunu tasdik ettiler ve desteklediler ve dinden çıktılar. İki: İlahi emrin terkini meşrulaştırdı. Türkiye’deki Siyasal İslam laik ve seküler olduğu için ilahi bütün emirlerin terkini meşrulaştırmıştır. Dileyen Allah (celle ve ala)’nın emirlerine boyun eğer dileyen boyun eğmez. Sözde durum böyle denilse de hakikatte durum böyle değildir. Bilakis Siyasal İslami hareketler için bu bağlamda ilahi emirler üç kısımdır. Bir kısım, İslam şeriatının egemenliğini savunan, hazırlayan ve kaim olmasını sağlayan ilahi emirlerdir. Laik Siyasal İslam için bunların terki sadece meşru değil bilakis terki zorunludur. Müslümanlardan kim bu kısım ilahi emirlere itaat eder ve yerine getirirse Anayasal düzeni yıkmak suçundan yargılanır ve ceza muhakeme kanunlarında mevcut olan en ağır cezalara çarptırılır. İkinci kısım ilahi emirler, mevcut beşeri yasalara muhalif olmayan kul ve Rab arası alakayı tanzim eden ilahi emirlerdir. Bunların terkinde veya terk edilmemesinde Siyasal İslam ferdi serbest bırakır. “Dini özgürlük” olarak tabir ettikleri budur. Ve üçüncü kesim ilahi emirler, mevcut beşeri yasalara muhalif olan kul ve Rab arası alakayı tanzim eden ilahi emirlerdir. Bunların da terkini sadece meşrulaştırmamıştır bilakis icbar eder. Müslümanlardan kim, bu özel dini hayatında da olsa, İslam şeriatına göre vacip veya caiz, ama mevcut beşeri kanunlara göre yasak bir şey yaparsa mücrim olarak yargılanır ve tazib edilir. Mesela son zamanlarda özellikle AKP hükümetinin öncülüğü ile Türkiye de artık çokça vaki olan, şeran sahih nikâh ile evlenmiş olmasına rağmen sırf zevcesi 18 yaş altı olduğu için çocuk istismarcısı olarak cezalandırılan ve hapsedilen erkekler gibi. Ama dini nikâh yapmamış bilakis İslam dışı ilişki yaşayan 18 yaş altı gençler “medeni” vatandaşlık yasalarının koruması altındadırlar. Dolayısıyla Siyasal İslam ve Türkiye temsilcisi AKP Hareketi sadece ilahi emirlerin terkini meşrulaştırmamışlardır bilakis kendileri peydahlamış oldukları kanun ve yasalara aykırı olan bütün ilahi emirleri yasaklamışlar ve suç kabul etmişlerdir. Bu bağlamda zikredilmesi önemli olan iki ilahi emir vardır. Özellikle bu iki emri Müslümanın hayatından çıkarmak için çok gayret göstermektedirler: Birincisi: Allah’ın kelimesini yeryüzünde en yüce kılmak ve tek kılmak emridir. Ve ikincisi: Bunun uğrunda canıyla, malıyla ve diliyle cihad etmek emridir. Zaten Siyasal İslam’ı üretmelerinin sebebi bu iki ilahi emri Müslümanların hayatından çıkarmak içindir. Siyasal İslam’ın davası yeryüzünde Allah’ın iradesini değil halkın iradesini hâkim kılmaktır. Halkın iradesi de ekseriyetle belirlenir. Başka bir tabirle halk kendisine en uygun gördüğü idare şeklini seçim yoluyla kendisi seçer. Bütün Siyasal İslami hareketlerin bina ettikleri usul budur… Seçim. Dolayısıyla bütün çalışmaları seçim üzere kurulmuştur. Ve seçim yolunu kabul eden her sistemi kabul ederler ve desteklerler. Seçimlere katılmak ve oy kullanmak Siyasal İslam için en ulvi ameldir. İslam dininde cihad fi sebilillah ne ise Siyasal İslam dininde oy kullanmak odur. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de Siyasal İslam Müslüman halkın şeriat ve cihad şuurunu yıktı ve yerine demokrasi ve oy sorumluluğunu yerleştirdi. Üç: Müslümanları asla sonuç vermeyecek bir mücadeleye soktu Siyasal İslam Müslümanları asla sonuç vermeyecek bir mücadeleye soktu. Hem din ve hem dünya açısından. Dinen asla sonuç vermeyecek, yani İslam şeriatını hâkim kılmayacak ve Müslümanları hür ve aziz yapmayacak. Çünkü zaten böyle bir davası yoktur. Bilakis davası İslam şeriatını yok etmek ve Müslümanları zelil ve kâfirlere uşak yapmaktır. İçinde bulunduğumuz vaziyet bunun en açık delilidir. Siyasal İslam Allah yolundan çıkmış, tağutların yolunda yürüyen bir ideolojidir. Bunun için Siyasal İslam’ı yol edinmiş olanlar asla dinen emredilmiş olan bir neticeye ulaşamayacaklardır. Buna ilaveten dünyayı da kazanamayacaklar, çünkü Siyasal İslam yönetici bir ideoloji değildir. Muhalefet ideolojisidir. Böyle doğdu ve böyle kalacak. Bu İblis’in Müslümanları düşürdüğü en büyük tuzaklardan birisi olmuştur. Ya her daim muhalefette kalmak ve böylece ömrünü ve gücünü tüketmek. Veya da ömrün boyunca muhalefet ettiğine dönüşerek iktidar olmak. İşte Türkiye’nin şeriatçı, adil düzenci, seçim vakitlerinde oy sandıklarına cihad çağrısı yapan Milli Görüş’çüleri, ya yaşlanıp, pes edip, emekleri heba olmuş vaziyette evlerine çekildiler veya CHP dostu, İran’cı Saadet’çi oldular veya laik, liberal AKP’ci oldular. Dört: Müslümanları, Küreselcilerin kurguladığı projeye alet etti. Laiklik batının değişik bölgelerinde sözde “aydınlanma sürecinin” semeresi olarak ortaya çıkmıştır. Mahiyetlerinde farklı olsalar da bütün laiklik türleri bir noktada birleşiyorlar. Laikliğin var olmasına sebep ve tek sebep bu ortak noktadır. O da şudur: Avrupa da hâkim olan klerik sınıfın, yani kilisenin ve kilisenin temsil ettiği Hıristiyanlık dininin hâkimiyetini kırmak. Ve halkları dine ve dini idareyi temsil eden kiliseye karşı ayaklandırmak. Bunun için sözde “Aydınlanmanın” en önemli ürünü olan Fransa İhtilalı’yla Fransa’ya hâkim olan laiklik sadece din ve devlet işlerini birbirinden ayırmadı bilakis dini yok etmeye çalıştı veya en azından dini tamamıyla kendi hâkimiyeti altına aldı. İhtilalın ardından rahipler ve yardım yatakçıları öldürüldü. Kiliseler ve dini semboller yakıldı. Din adamlarından bütün hakları alındı ve ya yeni rejime boyun eğme veya öldürülme arasında üçüncüsü olmayan iki seçenek sunuldu. Aynı vaziyet Atatürk ve taifesinin Türkiye’deki ihtilalından sonra da yaşandı. Fransız devrimciler yeni Cumhuriyeti nasıl eski saltanatı yok ederek kurdularsa ve bunu gerçekleştirmek için laikliği kullandılarsa, Türk devrimciler de yeni Cumhuriyeti laikliği kullanarak yıktıkları eski saltanatın üzerine kurdular. Ama fesad bölgesel kalmadı. Bilakis 1789 Fransa ihtilalıyla laiklik bütün batı dünyasına hâkim oldu ve fikri olarak doğuya da yayıldı. Ve nihayet 1923 Türkiye İhtilalı’yla laiklik Anadolu’dan başlayarak bütün İslam dünyasına yayıldı ve zamanla bütün İslam beldelerine hâkim oldu. Avrupa’nın laikleşmesi ve bütün dünyaya yayılması başlıkta Küreselciler olarak tabir ettiğim topluluğun büyük bir tasarısıdır. Küreselciler ismi aslında bu taifenin hakikatini tam manasıyla tabir etmiyor ama şimdilik bu tabirle iktifa edeceğim. Küreselciler en basit ifadeyle insanları sihirleme tekniklerini iyi bilen ve boz, böl, parçala, yönet mekanizmasıyla tek dünya hâkimi olmaya çalışan hizmetçi bir topluluktur. Efendileri İblis’tir (aleyhillane). Bu gayeye ulaşmak için izledikleri yolu çok kısa ve çok basit olarak şöyle özetleyebiliriz: İnsanlığın ilk on asrından sonra insanlara galibiyetle paganist veya politeist dinlere dayalı tek kişi yönetimler, modern siyasi ıstılahla teokratik monarşiler hâkim olmuştur. Bu hükümdar kişinin etrafında da, hükümdarın altında hükmeden ve soylular olarak tabir edilen imtiyazlı bazı seçkin kişiler toplanırdı. Bu sınıfın haricinde insanlar köylü, işçi ve köle sınıfıydı. Dolayısıyla insan toplumu iki ana sınıftan müteşekkildi: Hükmeden soylu sınıfı ve hükmedilen halk sınıfı. Bu toplumsal yapının meşruiyetini ise o toplumun kabul ettiği inanç sistemi sağlıyordu. Ve çoğunlukla insanlar paganist veya politeist inançlara sahipti. Ortaçağ Avrupa’sı Hıristiyan’dı ama asıl Hıristiyanlıkla bir alakası yoktu. Bilakis Paulus’un ihdas ettiği dini tahkim eden Katolik kilisenin hâkimiyetindeydi ve bölgenin paganist geçmişinden birçok batıl inançlarla karışmış gitmişti. Hatta krala tacını giydiren papaydı. Yani kralın ve soylu sınıfın hâkimiyetini sağlayan kilise ve klerik sınıftı. Bunun neticesi şuydu: Din adamları ve soylular zengin ve kudretliydi. Bu sınıfı güçle satın almak gibi bir durum yoktu. Zaten güçlüydüler. Bütün ipler bu sınıfın elindeydi. Halk ise fakir ve zayıftı. Halkın üzerinden egemenliğe gitmek o zamanlar henüz mümkün değildi. Dolayısıyla Küreselcilerin hedefi mevcut nizamı, yani Kiliseden gücünü alan ve her yere hâkim olan krallık nizamını yıkmak olma mecburiyetindeydi. Bunun ilk adımı Avrupa’nın feodalleşmesi ve Hıristiyanlık kisvesinde Lusiferist (İblis’ci) tarikatların oluşmasıyla ve yayılmasıyla oldu. 15. ve 16. asırlarda Rönesans hareketiyle Avrupa insanının nazarını dünyaya çevirdiler ve bilimsel araştırmayı, hür düşünceyi ve hür sanatı Avrupa’da hâkim olan skolastik düşünceye karşı desteklediler. Sonra bu sürecin üzerine asıl büyük hamlelerini kurdular: Özgür ve bağımsız akıl eksenli, maddeci insan tipini ürettiler. Bu insan tipini üretebilmek için münasip havayı 18. asırda olgunlaşan ve 1789 Fransa İhtilalıyla zirve yapan Aydınlanma Felsefesi oluşturdu. Bu felsefenin öğrettiği yeni dünya görüşüyle daha evvel var olmayan üçüncü bir sınıf ürettiler. Satın alınması kolay ve dolayısıyla hükmedilmesi kolay olan, güce aç bir sınıf… Burjuvazi sınıfı. Soylu olmayan, gücünü kan yoluyla değil de maddi istihsal ile elde eden halktan çıkmış bir sınıf. Kimisi eğitimle sosyal statü sahibi olurken ekseri ticaret yoluyla güçlü olmuşlardır. Bu sınıfın oluşmasıyla Küreselciler dünya hâkimiyeti için elzem olan ve aynı zamanda tam kontrol edebilecekleri iki vazgeçilmez kaynak oluşturdular. Birincisi fikri kaynak: Bunu edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler ve maddeci düşünürler ve filozoflar sağladı. Bunların önlerini açtılar ve desteklediler. İkincisi maddi kaynak: Bunu da serbest ticaretçiler sağladı. Sömürgeciliğin önünü açarak ve teşvik ederek en zalimleri en zenginleri oldu. Böylece bugüne kadar Küreselciler paranın ve fikrin sahipleri oldular. Bu sürecin işlemesi için ise en etkili kullandıkları tarikat Masonlar olmuştur. Masonlar tarikatının en önemli görevi umumen siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi ve askeri yönetim makamlarına adam yerleştirmek veya var olanı satın almaktır. Böylece Masonlar örgütü yönetimi ele geçirmiştir ve gerçek efendileri olan İblis’in yüksek rahiplerinin istedikleri her şeyi yaptırma gücüne sahip olmuşlardır. Mesela modern maddeci, kapitalist dünyaya ideolojisini veren ve laikliği peydahlayan “Aydınlanma felsefesinin” öncüleri özellikle alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz ve fransız filozof René Descartes’dir. İkisi de masondur. Sonra modern dünya için bir dönüm noktası olan Fransa İhtilalının felsefesini özellikle Denis Diderot, Montesquieu, Rousseau, Voltaire ve Helvétius oluşturmuşlardır ki hepsi masondur. Fransa İhtilalının en önemli siyasi liderleri Robespierre, Louis-Philippe ve Fabre d’Eglantine de yine masondurlar. Ve İngiltere’de Aydınlanma Hareketine fikri rehberlik edenler özellikle John Locke, David Hume, Francis Bacon ve Thomas Pain’dir. Bunlar da hepsi masondur. İslam ümmetine gelince 18. asra kadar Batı âlemi gibi fikri bir bunalım içine hiçbir zaman girmemiştir. Zira Avrupa’nın içinde bulunduğu cehalet, zulüm ve gericilik İslam âleminde hiçbir zaman olmamıştır. Zira İslam şeriatı teokratik monarşiyi inkâr ettiği gibi cahiliye âdeti olan soylu sınıfının iktidarını da yıkmıştır. Hür insanlar arası sınıfsal eşitliği tahkim etmiştir ve köle sınıfına da adaleti getirmiştir. Hiçbir zaman bilimin önüne geçmemiştir. Bilakis teşvik etmiştir ve desteklemiştir. Bugün Batı’nın kendisi de itiraf ettiği gibi Batı dünyasının daha sonra kendisine mal edeceği birçok bilimsel keşifleri Endülüs’te komşu oldukları İslam ulemasından çalmışlardır. Buna rağmen 18. asrın başından itibaren Osmanlı topraklarında bahsettiğim avrupa inkılâp çabaları oluşmaya başladı. Önce gayrimüslimler arasında ama sonra İslam’a intisap edenler arasında da yayılmaya başladı. Masonların Osmanlı topraklarında ilk faaliyetleri 1720 civarlarında başlamıştır. Masonluk öncesi faaliyetler olarak kabul edilen “Şarapçı şövalyelerin” İstanbul Galata’da varlığı ise 1702 olarak tarih verilir. Ama ilk resmi mason locaları 1738 de İzmir de ve 1748 de Halep’te açılmıştır. Sonraki senelerde İstanbul ve Selanik Locaları açılmıştır. Akabinde Osmanlı topraklarının muhtelif yerlerinde localar açılmaya başlamıştır. Masonik faaliyetlerin etkisiyle batılılaşma yanlıları olan “Jön Türkler” teşekkül etmiştir ve Osmanlı Devletinin çöküşüne giden yolu açan Tanzimat fermanının 1839’da ilan edilmesini sağlamışlardır. Akabinde 1876 da aynı kişiler tarafından Birinci Meşrutiyet ilan edildi ve İslam tarihinde ilk kez parlamenter bir sistem ve İslam şeriatının yanında beşeri bir anayasa kabul edildi. 93 Harbi’nde Ruslara karşı yenilgiyi fırsat bilen İkinci Abdulhamid meclisi kapatarak meşrutiyeti sonlandırdı ancak masonların Osmanlı devleti üzerinde etkisi artık çok fazlaydı. “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında yeniden örgütlenen “Jön Türkler” başta Askeri Tıbbiye’de ve başka okullarda hücreler oluşturdular ve kısa zaman içerisinde bütün Osmanlı diyarında hem memur hem asker arasında ciddi bir güç oldular. 1896 da İttihat ve Terakkiciler batılılaşmaya karşı duran İkinci Abdulhamid idaresini darbeyle indirmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Bunun akabinde tutuklanan ve sürgün edilen İttihat ve Terakkicilerin yöneticileri yurtiçinde faaliyetlerini gizlice sürdürmeye devam ettiler ve nihayet 1908 de ikinci kez meşrutiyetin ilan edilmesi için askeri ve siyasi güçlerini kullandılar. İkinci Abdulhamid’i tahttan indirdiler ve ülke yönetimini ele geçirdiler. Bundan sonra masonlar gittikçe güçlendiler ve özellikle 1918 de Osmanlı Devleti’nin birinci dünya harbinden yenilgiyle çıkmasıyla başlayan Mütareke dönemi ve sonrasında Sevr süreciyle Müslümanları nihai bir yenilgiye uğratmak için son hamlelerini yaptılar ve bunun için en münasip olanı seçtiler, öne çıkardılar ve maddi ve siyasi olarak desteklediler… Mustafa Kemal Atatürk. O da kendisine sunulan fırsatı değerlendirdi ve adım, adım önce saltanatı ve sonra hilafeti kaldırdı. İşte burada Siyasal İslam doğdu. Çünkü Küreselcilerin projesi burada bitmedi. Hilafetin yıkılması Küreselcilerin dünya hâkimiyeti için zorunluydu ve bunu başardılar. Ama batıl ehlinin hâkimiyetini hakikatte engelleyen sadece hak ehlinin mücadelesidir. Dolayısıyla hak ehlinin mücadele ruhunu kırma mecburiyetindeydiler. İşte bunu da Siyasal İslam ile başardılar. Zira Siyasal İslam’ın Müslümanlara musallat olmasıyla bir taraftan Allah yolunda savaşı terk ettiler diğer taraftan asla netice vermeyecek bir yola girerek baki kalmış olan mücadele güçlerini heba ettiler ve diğer bir taraftan da Küreselcilerin hedeflerini gerçekleştiren kuklalar oldular. Ve daha da kötüsü, Siyasal İslam’a girmekle Müslümanların küfrün hâkim olduğu dünyada başarı elde edebileceklerini vehmettirerek Müslümanlar Siyasal İslam’ın müdafileri oldular ve Hak ehli mücahidlere karşı yürütülen acımasız savaşta yerlerini aldılar. İhvanu’l-Muslimin, Hamas, Cemaati İslami, Milli Görüş veya Sünni Hizbullah, bu cemaatlere bağlı olanlar ilkin şeriatçı ve cihatçı insanlardı. Şimdi çok azı müstesna hepsini Siyasal İslam yuttu. Çok uzak değil, bundan sadece iki sene önce AKP ve Erdoğan’ı inkâr etmekle beraber şeriatı getirecek diye veya iki zararın daha hafifidir diyerek oy verenlerin ekseri şimdi AKP modeli şeriatçı olmuşlar. Dileyen Allah’a kulluk etsin, dileyen tanrıya kulluk etsin, dileyen de nefsine ve şeytana kulluk etsin. Bu kişilerde sadece mücadele ruhunu kırmadılar bilakis muhalif taraftan kendi taraflarına çektiler ve bize karşı muhalif yaptılar. Böyle olmayanlar, henüz AKP’nin şeriatçıları olmamış olanlar da yardım çalışmalarını veya davet çalışmalarını veya kendilerini idarenin zulmünden koruyabilmek için mücahidlerden uzak olmayı tercih ediyorlar. Mücadelenin zorunlu olarak var edeceği meşakkati kerih görüyorlar. Bunun için bunlar da evrensel cihad hareketine destekçi olmaktan çok karşıt oluyorlar. Yani Siyasal İslam hamlesiyle düşman kendi saflarımızın içinde bizimle savaşıyor oldu. Bir taraftan eskiden aynı yolu yürüdüğümüz insanları kendi tarafına çekerek ya bize karşı fiilen tecnit ettiler veya köşesine çekilmiş, düşmana karşı ataleti tercih eden suskun destekçiler ettiler. Diğer taraftan da bunları tekfir ederek tepki verenleri de yine bize karşı örgütlediler. Böylece evvelinde tek saf olan bizleri üç ve fazla saflara böldüler. Gerçekten Siyasal İslam ile büyük hedeflerinden birine ulaşmış oldular. Bu bağlamda diğer bir etkisi ise Küreselcilerin kendi emellerini Erdoğan’ın şeriatçılarıyla gerçekleştiriyor olmalarıdır ve Müslüman halkın ise maalesef bu müfsitlere karşı hiçbir tepkisi olmamasıdır. Burada da Siyasal İslam başarılı olmuştur. Her vatandaşın hakkı olduğu gibi Müslüman vatandaşın da demokratik ifade özgürlüğü dâhilinde sosyal medya hesapları üzerinden veya başka barışçıl vasıtalarla tepkisini ortaya koyma hakkı vardır elbette. Müslüman vatandaş da bu hakkını kullanarak özellikle sosyal medya üzerinden haddini aşmadan tepkisini ortaya koyuyor. Böylece Allah (celle ve ala)’nın insan fıtratına yerleştirmiş olduğu zulme ve fesada karşı duyarlılığını hakikatte faydası az ve etkisiz tepkilere yönlendiriyorlar. Bu paylaşımların veya pankartların bugüne kadar bir kâfiri, bir müfsidi öldürdüğünü görmedik. Hâlbuki Allah (celle ve ala) İslam fıtratında yerleşik olan o doğal tepkinin Kuran ve Sünnet’te emredilmiş olan savaş iradesine dönüşmesini istiyor. İşte fıtri tepkinin savaş iradesine dönüşmemesini sağlayan irca akidesinden sonra en büyük sebep Siyasal İslam’ın Müslümanların kalbine yerleştirdiği pasifimizdir. Tepkini barışçıl vesilelerle ortaya koy. Ne kadar barışçılsan o kadar medenisin. Lakin kendileri seni boyun eğdirmek için şiddete ve savaşa başvurabilirler. Bu da onların medeniyetidir. Küçük bir azınlık müstesna Müslüman halkları böylece batıla karşı etkili mücadele sahasından uzaklaştırdılar. Halkın geriye kalanları ise içi boşaltılmış, fikirsiz, gündemini medya, artistler ve diziler oluşturan hakiki ve sanal hayat arasındaki farkı artık ayıramayan kütük vatandaşlar. Dilediğin gibi kullan. Bir de sabah, akşam Yeni Dünya Düzeninden bahseden, insanları 4. Sanayi Devrimine karşı uyaran, Küreselcilerin Çin üzerinden dünya küresine karşı iktisat hamlesinden bahseden ve sonra da Yavuz Sultan Selim köprüsünden ötürü övünenler veya Sudan’dan Sevakin adasının alınmış olduğundan ötürü milliyetçilik damarları kabaran “münevverler” var. Küreselcilerin bütün ahlaki değerleri yıkmak istediklerini ikaz edenler ama AKP’nin erkeği ikinci sınıf insan yaptığını, aile müessesini esastan ifsad ettiğini, eş(it)cinselliği ilkokullara sokup küçük yaştan Türkiyeli çocukları Cinsiyet Teorisine uygun bozduğunu görmezlikten gelen bilakis her şeye rağmen Erdoğan’ın şakşakçılığına devam eden münevver kütükler var. Evet! Maalesef! Günümüzde İslam halklarının çoğunluğu Küreselcilerin ve umumen kâfirlerin cubelerinde birer ok olmuşlar. Kullanılmaktan kendisini kurtarabilmiş olanlar sadece sahih akide üzere sebat etmiş, Siyasal İslam’ı inkâr etmiş ve Kuran ve Sünnet’in emrettiği ve beyan ettiği ve bu ümmetin selefinin ortaya koyduğu silahlı mücadelede gücü yettiği kadar sebat etmiş olan erkek ve kadın Müslümanlardır. Beş: Müslümanlar üzerinde etkin bir kontrol mekanizmasını oluşturdu İnsan aklen idrak ettiğinden, başka bir tabirle gördüğünden korkmaz. Zira ona hâkim olabilir veya en azından hâkim olabileceğini düşünür. Ama göremediği, anlayamadığı ve aklen tanımlayamadığından korkar. Çünkü ona hâkim değildir. Dolayısıyla savaş halinde olan tarafların en önemli hedeflerinden birisi düşman olan veya kendine zarar verebilecek olan tarafları bilmektir. Zira bu şekilde birincisi kendini muhtemel zarardan koruyabilir ve ikincisi düşman tarafı etkileyebilir ve hatta belki hâkim olabilir ve yönetebilir. Hilafetin 1924 de yıkılmasından sonra kâfir efendilerine ve onların murted uşaklarına karşı İslam mücadelesi galibiyetle gizli yürütülmüştür. Bu şekilde gizli teşkilatlanan cihatçı, kıyamcı İslam cemaatleri kâfir idare için daima bir sıkıntı olmuştur. Türkiye’de Siyasal İslam’ın 2002 de hükümet olmasıyla bu sıkıntıyı çok büyük bir oranda bitirmiştir. Çünkü Siyasal İslam Müslümanlara siyasi eşitlik ve açıktan faaliyet imkânı sağladı. Ama bunun için mevcut siyasi sistemin bir parçası olarak çalışmayı veya en azından mevcut kanunlara uygun örgütlenerek çalışmayı şart koştu. Yani başka bir tabirle kıyamcı İslam cemaatlerine resmileşmelerini şart koştu. Resmileştikleri takdirde cemaatsel faaliyetlerine din ve ifade özgürlüğü dâhilinde müdahale etmeyeceğini vaad etti. Bundan istifade etmek isteyen cemaatler art arda dernekleştiler. Eskiden falan, falan cemaatten bahsedilirken artık falan, falan-der’ler kıyamcı camiaya hâkim oldu. Böylece dernekleşen her bir cemaat kendisini ifşa etti. Hem cemaat efradını ve hem de cemaat faaliyetlerini sistem için görünür hale getirdi. Hatta dernek konumunu koruyabilmesi için faaliyetlerini dernekler kanununa göre rapor etme mecburiyetinde kaldı. Artık açığa çıkmış olan cemaat bizzat kendisi kanunlara muhalif faaliyetlerde bulunmamak için özen göstermeye başladı. Dernek çatısı altında korunan mescit(ler)i, medrese(ler)i, iş yer(ler)ini tehlikeye atmamak için cemaat artık kendi polisi oldu. Kanunlara muhalif işlere girmiyor, kanunlara muhalif iş yapan Müslümanlarla irtibatını kesiyor, kendi arasında eski kafada ısrar edenleri dışlıyor, ihraç ediyor ve bunlarla görüşenleri de ihraç ediyor oldular. Bununla beraber asıl büyük zarar geldi: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Böylece dernekleşen kıyamcı cemaatlerin ekseri maalesef İslam şeriatını hâkim kılma davasını terk ettiler ve kendilerini ve kendi çalışmalarını koruma davalarına küçüldüler. Kendilerinin de gerçekçi olmadığını bildikleri hayali çalışmalara kaçtılar ve Allah (azze ve celle)’nin emrettiği ve yeryüzünü fitneden, zulümden ve fesattan temizlemek için tek etkili olan amelden uzaklaştılar. Uzaklaşmalarını şeri bir zemine yerleştirebilmek için de hazırda kaim olan cihadı ve mücahidleri kötülediler. Bu uzaklaşmalarını daha da derinleştirdi ve zamanın ilerlemesiyle eski düşmanlar yeni dostlar ve eski dostlar yeni düşmanlar oldu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen hala mücadele devam ediyor. Ve devam edecektir. İslam âleminin her yerinde İslam mücadelesine feda olan erkek ve kadınlar var. Her biri gücü yettiği kadar davayı ileriye taşımak için mücadele ediyor. Kimisi canıyla, kimisi malıyla, kimisi diliyle, kimisi fikriyle ve kimisi de duasıyla. İnanıyorum ki her biri bulunduğu yerde mümkün olduğu kadar Allah (azze ve celle)’nin dini için çaba sarf ediyor. Allah (Subhanehu ve Teâlâ) kardeşlerimin amellerini kabul buyursun. Ayaklarımızı sabit kılsın. Vallahi yarın yakındır. Ve yarın bizimdir. 1 - El-Ahkâmu’s-Sultaniyye, sayfa 29. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi, ikinci baskı h.1415) 2 - Muğni’l-Muhtaç, cüz 4, sayfa 229. (Daru’l-Fikr baskısı) 3 - Bedeiu’Silk fi Tabaii’l-Mulk, cüz 1, sayfa 71. (Vizaratu’l-İlam, İrak, birinci baskı) 4 - El-İslamu ve Usulu’l-Hukm, 137. Daru’l-Kutubi’l-Mısri baskısı, h.1433 5 - Nutuk, 474. Türk Tarih Kurumu baskısı m.1984 6 - Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, 45,46. Burçak Yayınevi baskısı m.1969 7 - Nutuk, 473. Türk Tarih Kurumu baskısı m.1984 8 - Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, 48,49. Burçak Yayınevi baskısı m.1969 9 - El-İslamu ve Usulu’l-Hukm, 22. Tarık Ebu Abdullah
بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين Zilhicce ayının 9. günü olan Arefe günü, Allah katında senenin bütün günleri içerisinde en faziletli, en değerli gündür. Arefe günü, fecrin doğuşundan başlayıp güneşin batmasına kadar sürer. Zilhicce’nin ilk 10 günü içerisinde yapılan herhangi bir salih amel başka günlerde yapılan herhangi bir salih amelden daha üstün, ecri daha fazla olduğu için Arefe gününde de çokça ibadet edilmelidir. Ancak bu günde en çok DUA ve ZİKİR ibadetlerine önem verilmelidir. Nitekim hacılar Arafat’ta dururlarken dua ve zikirle meşgul olurlar. Bu günün bütün vakitlerinde Allah (azze ve celle) çokça zikredilir. (Kur’an okumak da bir zikirdir, hatta en faziletli zikirdir.) Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “…ve bilinen günlerde Allah’ın ismini ansınlar.” (Hacc sûresi, 28. ayet meali) Nevevî (rahimehullah) şöyle söylemiştir: “İbn Abbas, İmam Şafiî ve âlimlerin geneli: “Bilinen günler Zilhicce’nin ilk 10 günüdür” demişlerdir. Bil ki bu 10 günde diğer günlerden fazla olarak zikirleri çoğaltmak müstehabtır. Arefe gününde ise bu 10 günün geriye kalan günlerinden daha çok zikretmek müstehabtır.” Zikirler arasında çokça tehlil, tekbir ve tahmid etmek sünnettir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bu 10 günde tehlil’i (La ilahe illallah), tekbir’i (Allah’u Ekber) ve tahmid’i (elhamdulillâh) çoğaltın.” (Ahmed) 2-3 defa "Allah’u Ekber" denilerek başlayan meşhur tekbir sigası söylendiğinde tehlil, tekbir ve tahmid edilmiş olunur. Ama Arefe günü daha çok “Kelime-i Tevhid” zikrinin en faziletli sigasıyla zikir yapılmalıdır. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: ‘’Duanın en hayırlısı/en faziletlisi Arefe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki nebilerin söylediği en hayırlı/en faziletli söz: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ، وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ sözüdür.’’ (Tirmizi, Muvatta. Şeyh Elbani “Hasen” demiştir.) İmam Ahmed’in (rahimehullah) bir rivayetine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Arefe günü en çok yaptığı dua bu dua idi. Yani bu tevhid zikri istenilen sayıda yapılıp ardından dua edilir, duaya bu zikirle başlanır. Şeyh Abdulaziz et-Tarîfî (hafizahullah) şöyle demiştir: ‘’Arafat’ta durmaktan ve oruçtan sonra Arefe günü amellerinin en faziletlisi, dua ve zikir ile meşgul olmaktır. Dua daha çok yapılır. Bu güne özel belli bir dua sabit olmayıp dünya ve ahiret hayırlarından kapsayıcı dualar seçilir.’’ Dua ve zikir, özellikle öğle namazı vaktinin girmesinden güneş batana kadar ki vakitte daha da artırılmalıdır. Bu vakit, Arefe gününün en faziletli vaktidir. Çünkü bu vakitte Allah (azze ve celle) dünya semasına inmektedir ve Arefe gününün dışında bir gündüz vaktinde indiği sabit olmamıştır. İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle demiştir: ‘’Allah kendisini birçok sahih hadiste Arefe’nin öğle ile akşam arası vaktinde inmekle vasıflamıştır.’’ (Mecmûu’l-Fetâvâ, 5/373) Nitekim hacıların Arafat’ta dua ve zikir için durma vakti, güneşin zevalinden (öğleden) itibaren başlar. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: “Allah’ın Arefe gününde bir kulu cehennemden azat ettiği daha çok hiçbir gün yoktur.” (Müslim) Dualara icabet edildiği, kulların cehennemden azat edilmesinin en çok olduğu, günahların affedildiği bu büyük rahmet gününü en güzel şekilde değerlendirmeli, bol bol istiğfar ve dua etmeliyiz. Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ömer Faruk
SORU Bir Müslüman erkek Müslüman eşine talak vermiş. Lakin resmi nikahları olduğundan resmi boşanmak da istiyormuş. Ayrıca başka bir bacıyla evlenmek ve onunla da tekrar resmi nikah yapmak istiyormuş ki devletin hem anneye hem de çocuğa sağladığı sağlık hizmetlerinden istifade edebilsin. Bu hususta bazı soruları var: Resmi boşanmak için tağutun mahkemesine girip, hakem karşısında durması. CEVAP Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun. Her haliyle mevzu ne olursa olsun hukuki bir işleme başlamadan evvel Müslümanlara yakınlıklarıyla bilinen avukatlardan bilgi edinmenizi tavsiye ederim. Sonra, boşanma davalarında eşlerin mahkemede hazır olması gerekli midir bilmiyorum. Mahkeme salonuna girmekte bir beis yok, hakem karşısında ayağa kalkmak onu veya onun konumunu tazim etmekle beraber olursa küfürdür. Tazim etmemekle beraber ayağa kalkılmasına gelince, evla olan kalkmamaktır, ama kalkarsa kendisine şari tarafından verilmiş olan ruhsatı kullanmış olur. -Resmi nikah ile alakalı soruya ciddi ihtisar ile iki cihetten cevap verilir: Birinci cihet: Beşeri mahkemelere aslen başvurmanın hükmü: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا “Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağutu inkar etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar.” (Nisa, 60) أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ “Yoksa cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (Maide, 50) Ayetlerde hüküm iradeyle alakalandırılmıştır. Dolayısıyla iradenin varlığı hükmü gerektirir. İradenin yokluğu hükme manidir. Dolayısıyla beşeri mahkemeyi ikrar etmeden ve tehakümü kast etmeden, bilakis mevcüt bir zulmün defi için veya hakkın celbi için veya çaresizlikten gibi sebeplerden ötürü başvuranları küfre nispet etmeyiz. Özellikle durum hüküm sormak değil, toplumsal bazı işlerin düzenlenmesi için gerekli olan nizami uygulamaların talep edilmesi olduğunda. Vatandaşlık, nikah, talak ve benzeri idari-nizami işlemler gibi. Ama asıl olan Müslümanın her meselesini şeriata götürmek olması olduğundan sebep her ne olursa olsun beşeri mahkemelere başvurmak aslen caiz değildir. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan her türlü çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65) İkinci cihet: Mevcut beşeri kanun sistemi, ister yargı cihetiyle olsun ister toplumsal hayatı düzenleme cihetiyle olsun, şeriatın dışında bir kanun sistemidir. Yani ilahi hükümlerin hakimiyetini kabul etmeyen ve her hangi bir surette egemenliğine nazar dahi etmeyen bir sistemdir. Ve bu ülkede galip gelen bu sistemdir. Yani vaz ettiği kanunları gereğince şahıslar üzerinde mutlak yaptırım gücüne sahiptir. Dolayısıyla aslında sadece şeriata boyun eğmekle mükellef olan Müslüman bu kanunların yaptırım gücüne karşı koyamayacaktır ve daima kanunlar gereğince hareket etmeye mecbur olacaktır. Bu ise elbette İslam’ın aslına terstir. Bunun için resmi nikâh yapmayı tavsiye etmiyorum. Hakikaten resmi nikahı zorunlu kılan bir sebep olmadığı sürece resmi nikah yapılmamalıdır. Devletin sağlık hizmetlerinden istifadeye gelince, bunun için resmi nikahın şart olup olmadığını bilmiyorum. Benim bildiğim kaderiyle anne ve çocuk her biri kendisi sigortalı oluyor. Durum böyle ise bu resmi nikah için gerekçe olmaz. Allah-u Alem. Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir. Tarık Ebu Abdullah
بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين Receb ayının 27. gecesi olan “Miraç kandili”ni tazim edip kutlamak/ihya etmek; bu geceye özel olarak ibadet kastıyla, sevap elde etmek için yapılan herbir iş (örneğin; namaz kılmak, zikretmek, Kur’ân okumak, tevbe-istiğfar etmek, bu geceye has toplanıp dini bir konuda sohbet/ders yapmak, mevlütler, kasideler okumak, konferanslar, seminerler, programlar düzenlemek, ziyaretleşmek, sözlü veya yazılı tebrik gibi) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in meşru kılmadığı ve ashabı’nın (radiyallahu anhum) yapmadıkları onlardan sonra ortaya çıkmış bir bid’attır. İsra ve Miraç gecesi Rasûlullah (sallallahu aleyh ve sellem)’in doğruluğunu, Allah katındaki konumunun büyüklüğünü, Allah Teâlâ’nın kudretinin azametini ve O’nun bütün mahlûkların -ki mahlûkâtın en son noktası arştır, bundan sonra hiçbir mahlûk yoktur, boşluk bile yoktur- üstünde olduğunu gösteren ayetlerden biridir. Bu gecede Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş, orada Nebilere (aleyhimusselam) namaz kıldırmış, oradan semaya çıkartılmış, O’nun için yedi kat semanın kapıları açılmış, her semada bir peygamber ile karşılaşmış, yedinci katı da geçerek Allah (azze ve celle)’ye doğru O’nun dilediği yere kadar yükseltilmiş ve Allah Teâlâ O’nunla konuşmuş, bu şekilde arada hiçbir vasıta olmaksızın O’na beş vakit namazı farz kılmıştır. Ancak bu hadisenin tam olarak ne zaman gerçekleştiği, Receb ayında mı yoksa başka bir ayda mı olduğu konusunda sahih bir rivayet gelmemiştir. (Bkz: Zâdu’l-Meâd, İbnu’l-Kayyim, 1/57) Bu sebeple ilim ehli bu olayın hangi senede ve hangi ayda vuku bulduğunda ihtilaf etmiş, birçok görüş ileri sürülmüştür. (Bkz: Fethu’l-Bârî, İbn Hacer, 8/201 ve 280. sayfalar, Tefsîru’l-Kurtubî, 10/210, el-Bidâye ve’n-Nihâye, İbn Kesîr, 3/107) İbn Dihye el-Kelbî (rahimehullah, vefatı: hicrî 633) şöyle demiştir: “Bazı kıssacılar İsra’nın Receb ayında olduğunu söylemişlerdir. Bu, cerh ve ta’dîl ehli (ravilerin güvenilirliğini tespit edenler) yanında yalanın ta kendisidir. İmam Ebu İshâk el-Harbî şöyle demiştir: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Rabîu’l-Evvel ayının 27. gecesinde (Mescid-i Aksâ’ya) götürülmüştür.” (Edâu Mâ Veceb min Beyâni Vad’il-Vaddâîne fî Receb, sy: 53) İbn Receb el-Hanbelî (rahimehullah) şunları kaydetmiştir: “Receb ayında büyük hadiselerin olduğu rivayet edilmiştir. Ancak bunlardan hiçbir şey sahih değildir… Sahih olmayan bir isnadla Kâsım b. Muhammed’den İsra olayının Receb’in 27’sinde olduğu rivayet edilmiştir. İbrahim el-Harbî ve başkaları bunu kabul etmemişlerdir. Kays b. Ubâd’tan ise Receb’in 10. gününde olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.” (Letâifu’l-Meârif, sy:233) Dolayısıyla Receb ayının 27. gecesinde gerçekleştiği bilgisi sabit değildir. Sabit olmayan herbir şey batıldır ve batıl üzerine bina edilen şey de batıldır. Bu hadisenin vaktinin belli olduğu farz edilse bile -ki topluma göre bu gece bellidir, Receb ayının yirmi yedinci gecesidir- az evvel de belirttiğimiz gibi yine de bu geceyi tazim edip kutlamak, bu geceye özel bir ibadette bulunmak bid’at olan bir davranıştır. Şayet bu gerçekten güzel, dinde meşru olsaydı, dünya ve ahirette insanlar için hayır olan herbir şeyi, Allah’ın sevip razı olduğu farz/vacib-müstehab bütün ibadet çeşitlerini gösterip şer olan her şeyden de sakındırmış olan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) muhakkak bunu da ümmetine bildirir ve O’ndan öğrendikleri her bir ibadeti bize aktarmış ve hayırlı işler yapmada en önde/en hırslı olan sahabe (radiyallahu anhum) bunu da bize aktarır ve bu geceyi kutlarlardı. Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ömer Faruk
SORU Hocam hanımlardan gelen beyaz akıntı abdesti bozuyor mu bozmuyor mu? CEVAP Hamd Allah’a mahsustur. Muhterem bacım kadının doğum yolundan gelen akıntılar üçtür: Meni, mezi ve beyaz akıntı. Meninin akması nebevi sünnet ve icma ile abdesti bozar. Mezinin de abdest bozucu olduğu sahih sünnetle sabittir. Lakin diğer akıntının abdesti bozması ulema arasında ihtilaflıdır. Ulemanın kahir ekseriyetine göre bu akıntı abdesti bozar. Zira iki yoldan (idrar ve dışkı yollarından) çıkan her şey abdesti bozar demişlerdir. İslam uleması arasında yaygın olan ve belki hatta ittifak ettikleri diyebileceğin görüş kadının doğum yolundan gelen her türlü akıntının abdesti bozacağı görüşüdür. Ulemanın bu görüşüne muhalif görüş beyan etmiş olan olarak sadece Ebu Muhammed ibni Hazm (rahimehullah) bilinir. Vefatı hicri 456 dır. (rahimehullah) abdesti bozmayanları sayarken şöyle der: “Kadının fercinden çıkan beyaz akıntı, sarımsı ve bulanık kan, fercin rutubeti ve evvelinde hayız olmayan kırmızı kan abdesti bozmaz.” Sonra abdesti bozmayanların hepsini saydıktan sonra şöyle der: “Bunlardan abdest emrini ıskât etmemizin (düşürmemizin) burhanı bunlar için abdestin vacip olduğuna dair ne Kuran’dan ve ne Sünnet’ten ve ne de icmadan bir delilin bulunmamasıdır” der. (el-Muhalla 1/256) Ancak ibni Hazm (rahimehullah) bu görüşü kendisinden evvel bir imama dayandıramamıştır. Buradan intikalen muhterem bacım, yani ibn Hazm (rahimehullah) hariç başka bir âlimin bu akıntının abdest bozucu olmadığını söylemediğinden dolayı, bende bu husus hakkında sorulduğumda ekser ulemanın görüşüyle cevap verirdim ve sual ettiğiniz akıntının necis olmadığını ama abdesti bozduğunu söylerdim. Ancak mevzuyu gücüm nispetinde araştırmamın neticesinde gördüm ki ilk üç asır imamlarımızın (sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin’in) bu mevzuda konuşmamış olmalarının sebebi bu akıntının abdesti bozduğunu gördüklerinden değil bilakis abdesti bozucu görmediklerinden dolayıdır. Bu akıntının bütün kadınlarda mevcut olmasına rağmen ve sık sık görülmesine rağmen sahabenin ve onların talebeleri olan tabiinin ve kudema ulemanın bu mesele hakkında hiç konuşmamaları ve kitaplarında hiç gündem etmemeleri ancak onların bu akıntıları abdest bozucu olarak görmedikleriyle izah edilebilir. Ekser ulemanın görüşünü dayandırdığı “iki yoldan (idrar ve dışkı yolundan) çıkanlar abdesti bozar” kaidesi ise ne hadistir, ne sahabe sözüdür ve ne de icma edilmiş bir sözdür. Bilakis içeriğinde ulemanın ihtilaf ettiği bir sözdür. İbni Battal (rahimehullah) şöyle der: “Abdest bozucu olduğu hususunda ihtilaf edilenler şunlardır: (Kadını) öpmek ve dokunmak, zekeri tutmak, burundan gelen kan, akan kan ve iki yoldan olağan üstü ve nadiren çıkanlar. Mesela idrar tutamayanın idrarı veya mezi veya isthaze kanı veya dübürden çıkan kurtçuk gibi.” (Şerhu Sahihi’l-Buhari 1/220) Binaen aleyh muhterem bacım doğru olan sual ettiğiniz akıntının temiz olması ve abdesti bozmamasıdır. Allahu A’lem. Bu görüşün dayanaklarına gelince: Bir: Bu akıntılar bütün kadınlarda vardır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in eşlerinde de vardı, kızlarında da vardı, sahabiyat (radıyallahu anhunne)’de de vardı, sahabenin eşlerinde ve kızlarında da vardı, tabiinin ve tebe- i tabiinin eşlerinde ve kızlarında da vardı ama hiçbiri bu sıkıntıyla alakalı bir şey söylememiştir. Bu mevzuda Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’den ne sahih ve ne hasen ve ne de zayıf bir söz rivayet edilmemiştir. Sahabe (radıyallahu anhum)’dan da bu hususta bir nakil yoktur. Onların talebelerinden de bu konuyla alakalı bir söz nakledilmemiştir. Hâlbuki bütün kadınlar için söz konusu olmayan ve çok daha nadir vaki olan başka sıkıntıları sahabiyat Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’e sormuşlardır ve böylece nebevi sünnet beyan etmiştir. Ayrıca sahabe ve onlardan sonra gelenler de bu sıkıntılar hakkında konuşmuşlardır ve hatta ulema kitaplarında baplar halinde işlemişlerdir. Kast ettiğim kadının istihaze hükümleri, hayızdan temizlenmiş olmasına alamet olan beyaz akıntı veya hayızdan temizlendikten sonra gelen sarımsı ve bulanık kan. İstihaze bütün kadınlarda değil bilakis bazı kadınlarda vardır. Lakin bahsimiz olan akıntı her kadında vardır. Buna ilaveten bazı kadınlarda bu akıntı nerdeyse hiç veya hiç durmuyor. Bu halde ümmetin anneleri olan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in zevceleri ve diğer sahabiyatın ve tabiinden ve tebe-i tabiinden imamlarımızın zevceleri bu durumu hiç sual etmemeleri mümkün değildir. Özellikle bir de sahabiyat (radıyallahu anhunne)’nin namaza karşı ve özellikle Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in arkasında namaza karşı büyük isteklerini dikkate aldığımız zaman. Zira Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) bazen namazı çok uzatırdı. Senelerce kılınmış olan beş vakit namazda ve cuma, bayram ve diğer namazlarda sahabiyattan birinde olsun akıntı gelmemiş olması mümkün değildir. Gelip de bunu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’e sormamış olması da mümkün değildir. Özellikle bu akıntıların elbiseye bulaştığını ve sahabiyatın ekserinde birden fazla ve namaz için tahsis ettikleri bir elbise olmadığını dikkate alırsak. Şayet “bu akıntının abdesti bozduğu onlar arasında biliniyordu. Bunun için sormamışlardır” denilse derim ki: Taharetin nakızları Şari’nin beyan etmesine mevkuftur. Bu konularda aklın bir nasibi yoktur. Ayrıca bütün sahabiyat hiç soru sormadan hepsi bu akıntının abdesti bozduğunu bilmeleri nasıl mümkün olur ki? Bunun için bu bilgi fıtratlarına yerleştirilmiş olması gerekir ki bunu hiç kimse söylemez. Buna ilaveten, şayet akıntının gelmesinden dolayı sahabiyattan kimisi abdest yenilemek için namazdan ayrılmış olsaydı muhakkak bu durum bize kadar rivayet edilirdi. Ve şayet bu akıntılar abdesti bozucu olmuş olsaydı ve buna rağmen sahabiyat (radıyallahu anhunne) abdest bozucu olmadığını zannederek abdestlerini yenilememeye devam etmiş olsalardı muhakkak haklarında vahiy inerdi. Sahabiyat (radıyallahu anhunne)’nin bu durumu hiç sual etmemelerinin makbul tek bir açıklaması vardır, o da bu akıntının onlar arasında necis ve abdest bozucu görülmediğidir. Bilakis gözden akan yaş gibi, burundan akan sümük gibi veya ağızdan akan tükürük gibi doğal bir akıntı olarak görmeleridir. Şari’ de bu doğal ve kadının sağlığı için hatta gerekli olan akıntı hakkında hüküm beyan etmediği için asıl olanı korumuşlardır ve temiz kabul etmişlerdir. Bu akıntıların abdest bozucu olduğunu söylemek şeri’ delile dayanması lazım gelir ki şeri’ delil yoktur. Şu halde asıl olan bozucu olmamasıdır. Buna Allah (celle ve âlâ)’nın şu kavli de delildir: وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحِيضِ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ “Sana kadınların hayız halinden de soruyorlar. De ki: O bir eziyettir Onun için hayız halinde oldukları zaman kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman ise Allah'ın emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (el-Bakara 222) Allah (celle ve âlâ) bu ayeti kerimede hayız halini eziyet ve hayız haricindeki halin temizlik olduğunu beyan etmiştir. Hatta bizzat beyaz akıntının gelmesi temizlenmiş (tahir olmuş) olmasına alamet kılınmıştır. İmam Malik (rahimehullah) Mercâne (rahimehullah)’ın şöyle dediğini tahriç etmiştir: كَانَ النِّسَاءُ يَبْعَثْنَ إِلَى عَائِشَةَ أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ بِالدِّرَجَةِ، فِيهَا الْكُرْسُفُ، فِيهِ الصُّفْرَةُ مِنْ دَمِ الْحَيْضَةِ، يَسْأَلْنَهَا عَنِ الصَّلاَةِ، فَتَقُولُ لَهُنَّ : لاَ تَعْجَلْنَ حَتَّى تَرَيْنَ الْقَصَّةَ الْبَيْضَاءَ. تُرِيدُ بِذَلِكَ الطُّهْرَ مِنَ الْحَيْضَةِ “Kadınlar Ummu’l-Muminin Aişe (radıyallahu anha)’ya içinde hayızda görülen sarımsı kanın eseri olan pamuğun bulunduğu kutular gönderirlerdi ve namazı sorarlardı. Aişe (radıyallahu anha) onlara şöyle derdi: “Beyaz suyu (akıntıyı) görünceye kadar acele etmeyin.” Bununla hayızdan sonra temizlenmeyi kast ederdi.” Aişe (radıyallahu anha) hadisi ve İmam el-Buhari (rahimehullah)’ın Ummu Atiyye (radıyallahu anha)’dan tahriç ettiği hadis de bu görüşe delildir: Ummu Atiyye (radıyallahu anha) şöyle demiştir: كُنَّا لاَ نَعُدُّ الْكُدْرَةَ وَالصُّفْرَةَ شَيْئًا “Sarımsı ve bulanık kanı bir şey saymazdık.” İmam Ebu Davud (rahimehullah)’ın rivayetinde şöyle diyor: كُنَّا لاَ نَعُدُّ الْكُدْرَةَ وَالصُّفْرَةَ بَعْدَ الطُّهْرِ شَيْئًا “Temizlendikten sonra gelen sarımsı ve bulanık kanı (hayız kanı) saymazdık.” Hadislerin delil yönü şöyledir: Doğum yolundan gelen beyaz akıntının hayızdan temizlenmeye alamet olduğunu beyan eden ve sarımsı ve bulanık kanı hayızdan temizlendikten sonra hayız kanı olarak görmediklerini beyan eden sahabiyat bu akıntıların necaseti veya nakız (abdest bozucu) olması hususunda bir şey söylememişlerdir. Çünkü bu akıntıları taharetin alametleri olarak saymışlardır ve bunun için temiz olduklarını görmüşlerdir ve bunun için de abdesti bozmayan akıntılar olarak kabul etmişlerdir. Allahu Âlem. Velhasıl muhterem bacım, doğum yolundan gelen meni ve mezi haricinde beyaz akıntı temizdir ve abdesti bozmaz. Allahu Âlem. Bir fayda: Muasır ve meşhur ulemadan olan Şeyh ibni Useymin (rahimehullah)’da hayatının sonlarında mevzubahis akıntının abdesti bozmadığı görüşünü doğrulamıştır. Rukiyye bint Muhammed el-Muharib adındaki hatun yazar mevzubahis akıntının abdest bozucu olmadığını ispat etmek için telif ettiği “Hukmu’r-Rutube” adlı kitabını Şeyh ibni Useymin’e gözden geçirmesi için verdiğinde ibni Useymin (rahimehullah) kılıfına şöyle yazarak iade etmiştir: “Gözden geçirdim ve akıntı sebebiyle abdestin bozulmayacağına güçlü delil gördüm. Nitekim ancak delil bir şeyi nakız yapar. Asıl olan budur.” Allahu A’lem. Tarık Ebu Abdullah
SORU es-Selamu aleykum ve rahmetullah hocam. Klorlu veyahut çamur karışmış su ile abdest alınır mı? Bildiğimiz üzere koku, renk, tat değişmediğinde alınabiliyor fakat 2 şart geçerli 1 şart geçersiz ise durum nasıl olur? Allah razı olsun. CEVAP Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berakatuh. بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين Şu noktalarda âlimlerin ittifakı bulunmaktadır: 1) Suya bir necaset bulaşıp üç vasfından birini yani kokusunu veya rengini veyahut tadını değiştirirse o su necis olur ve onunla abdest ve gusül alınması caiz değildir. 2) Suya temiz bir şey düşer ancak üç vasfından hiçbiri değişmezse onunla abdest ve gusül alınabilir. 3) Temiz bir şey karışır ve suya galip gelerek artık “su” denilemeyecek şekilde değiştirir, “su” isminden başka bir isme çıkarırsa onunla abdest ve gusül almak caiz olmaz. Mesela suya çay konulup artık “su” denilemeyip “çay” denilecek şekilde değişirse veya süt konulup onu süte dönüştürse veya suda et pişirilip et suyu çorbasına dönse, bunlarla ve yine örneğin gül suyuyla abdest ve gusül alınması sahih olmaz. Bu noktalarda ilim ehli icma etmişlerdir. Şayet suya temiz bir şey girer ve onun sebebiyle su değişir, ancak değişmesine rağmen hala “su” ismi ondan ayrılmamış olursa, yine de ona “su” denilebiliyorsa, örneğin suya sabun, un veya tuz karışıp rengini değiştirse veya suya nohut düşüp tadını değiştirse veya safran çiçeği düşüp kokusunu değiştirse ama bütün bunlarla birlikte yine de “su” diye isimlendiriliyorsa, bu suyla abdest ve gusül alınması konusunda âlimler arasında iki farklı görüş bulunmaktadır. Racih olan, Hanefîlerin, kendisinden gelen bir rivayette İmam Ahmed’in, İbn Hazm, İbnu’l-Munzir, Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin (rahimehumullah) tercihleri olan bu suyun temizleyici olup abdest ve gusül alınabileceğidir. Binâen aleyh, klor veya çamurla değişmiş olan su ile abdest ve gusül alınabilir. Çünkü klor ve çamur necaset değildir ve buna “klorlu” ya da “çamurlu” kayıtlarını başına ekleyerek de olsa “su” denilebilmektedir. Ancak çamurlu su dediğimiz şey akıcılığını kaybedip katı bir kıvama ulaşırsa o halde bununla abdest ve gusül almak caiz olmaz. Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ömer Faruk
Bu zamanlar çokça af dileme, çokça Allah'a yönelme, çokça tövbe etme ve Allah azze ve celle'den çokça merhamet dileme zamanlarıdır. Müslümanlar için dualarınızı artırın. Sevgili kardeşim: Bu belayı görüyorsun. İslam'la herkesin nasıl savaştığını, bunun için paralar harcandığını, anlaşmalar yapıldığını, toplantılar yapıldığını ve dinle savaşmak için fikirlerin bir araya geldiğini görüyorsun. Tesettürle savaşlarına bakın. Kadınlara karşı savaşlarına bakın. Temizliğe ve iffete karşı savaşlarına bakın. Dine karşı ve şeriata bağlılığa karşı savaşlarına bakın. Mücahitlere karşı savaşlarına bakın. İslam'ı istemiyorlar. Öyleyse bu zaman, mustazaflara yardım etmesi için Allah'tan yardım dileme zamanıdır. Sevgili kardeşim... Sen evinde yaşarken ve bu sözleri duyarken, işkence gören kardeşlerinin olduğunu ve ailelerini ya da çocuklarını göremediklerini aklına getir. Bu insanları hatırlaman, onları esaretten kurtarması ve ailelerine geri döndürmesi için Allah'a sadık bir kalple dua etmen gerekir. Belaya uğrayanları hatırlamak... Müslüman olmanın manası nedir? "Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." kelamını yaşamak ne demektir? Bu kelam neden çoğul formdadır? Zira sen bir ümmetle beraber yaşıyorsun, bir ümmetle beraber namaz kılıyorsun, bir ümmete zekat veriyorsun, bir ümmetle beraber hac yapıyorsun, ümmetle bir alakan var. "İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir." Bu bir ümmetin ilişkisidir, bu ümmetle etkileşim içinde olman gerekir. Başkalarının işleri için uğraşan, silik bir kişi olma. Sadece eşyaya, dünyaya, mal edinmeye veya şahsi itibara odaklanma. Bu dinin senin gibi adamlara ihtiyacı var. Kur'an ile Allah tarafından muhatap alınıyorsun. Sen sensin, Kur'an'ın sana değil de başkalarına hitap ettiğini zannedersen, bu seninle Allah arasında bir perde olur. Kur'an'dan istifade edemezsin, salihlerden olamazsın, ilklerden olamazsın. Sen büyük işler yapabilirsin, birçok şey yapabilirsin. Allah'ın sana olan çağrısından dolayı büyüksün: "Ey iman edenler!" Allah'ın sana olan bu hitabı büyük bir hitaptır. Bu sebeple bu dinin seni beklediğini bil. Allah'ın sende kendisine kulluğu, O'na kulluk ettiğini, O'ndan sakındığını, O'na karşı samimi olduğunu, kalbini O'na adadığını görmeyi istediğini bil. Bu nedenle Müslümanların ahvaline de bakman gerekir. Ülkeleri zikretmek istemiyorum, haritaya bakabilirsin. Ehl-i İslam'ın, Ehl-i Sünnet'in uğradığı belalara bir bak. Bak! Hiçbir Müslümanın zuhur etmesine izin vermiyorlar. Herhangi bir Müslümanın yükseldiği görülünce hemen onu öldürüp yok ediyorlar. (Bir de) şu sapkınlık ehline bak! Dalalet üzere olan önderleri onlar için kalkıyor, onları pazarlıyor, onlar için yol açıyor, onlar için televizyonlar açıyor, hediyeler ve ödüller veriyorlar. Ehl-i Sünnet'e gelince... Onlara karşı savaşılır ve hapsedilirler. Onların hevalarına muhalefet ettiklerini hissettikleri anda düşman kesilirler. Ve sadece hevaları uğruna düşmanlık etmezler, dini için düşmanlık ederler. Bir Müslüman ile düşmanları arasındaki husumet, din hususundaki bir husumettir. Yönetenin kim olduğu, kime ibadet edileceği ve kime itaat edileceği hususundaki bir husumettir. Bu artık senin seçimidir. Buna dikkat etmek sana düşer. Allah'tan bana ve sana kendisine itaat etme konusunda muvaffakiyet vermesini niyaz ediyorum.
SORU Selamun aleykum ve rahmetullah hocam, ben bir bacıyla görüşüyorum ve ikimizde kabul ettik evlenmeyi ben olayı annesine söyledim ki iş uzamasın evlilik olsun diye babası vefat etti, ama annesi kızına yaşı büyük kendi dengine göre birini bulamadınmı vs… gibi söylemlerde bulunuyor. Kız annesine sevdiğini istediğini söylediği halde seni mi dinliyecem diyip senimi veririm vermem diyor. Yaşım 26 hocam bacının yaşı 18 annesi tevhid ehli biri aklıma kaçırmaktan başka bir çare gelmiyor bu ne kadar doğru olur hocam? Hanefi mezhebinde veli izni şart değil Şafiî’de de şu bilgileri okudum; Şafiî mezhebine göre, bir kıza denk ve uygun bir erkek talip olur, kız da arzu eder, fakat velisi evlendirmeye yanaşmaz mâni olursa, sorumlu sayılacağı gibi, veli olmaktan da düşer. Yine kıza denk ve uygun bir erkek talip olur, kız da razı olursa, fakat yine velisi (babası) bazı bölgelerimizde (bilhassa Şark vilâyetlerimizde) olduğu gibi fazla başlık talebinde bulunduğu takdirde mücbir veli olamaz, velayetine itibar edilmez. Artık velinin izninin şartı aranmaz. Mümkün olursa kız o talipli ile evlendirilir. Veli mâni olursa büyük bir vebal altına girmiş olur. İşte başlık belâsının yaygınlaştığı vilâyetlerimizde bu mahzurlu durumlar sık sık görülmekte, kızın velisi de, "velayet" selâhiyetini kullanarak bazı günahların ve huzursuzlukların doğmasına sebep olmaktadır. (el-Ümm, V/20; Şafiî ilmihali, s. 443) Kaçırırsam, annesi hakkımı helal etmem dedi, bunun hükmü nedir? Kaçırırsam nikah sahih olmaz kesinlikle diye bir delil varmı hocam? Rabbim sizden razı olsun, cevabınızı bekliyor olacağım. CEVAP Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve beraketuhu. Hamd Allah’a mahsustur. Muhterem kardeşim bacıyı kaçırmanı sana asla tavsiye etmem. Annesinin bacı üzerinde asla ödeyemeyeceği hakları vardır. Özellikle birde tek başına babasız onu büyütmüş ise. Onun rızasını önemsememeniz sizin evlilik hayatınız için olumsuz etkileri olacağından korkarım. Bunun için onu ikna etmek için bir yol bulmalısınız. Tanıdığın ağabeylerden birisi ailesini alıp anneyle görüşebilir. Nitekim durum senin yazdığın gibiyse evliliğe şeran bir engel yoktur. Annenin senin yaşını sebep göstererek bu evliliğe karşı gelmesi şeran caiz değildir. Bilakis erkeğin kızdan yaş olarak daha büyük olmasında çok faydalar vardır. El mühim sekiz sene yaş farkı denkliğe mani değildir ve evliliğe karşı gelecek şeran makbul bir sebep değildir. Velayet meselesine gelince muhterem kardeşim nebevi sünnette sabit olan velisiz kıyılan nıkâhın bâtıl olmasıdır. İmam Ebu Davud ve İmam et-Tirmizi (rahimehumallah)’ın Aişe (radıyallahu anha)’dan tahriç ettikleri sahih hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) şöyle buyuruyor: أَيُّمَا امْرَأَةٍ نَكَحَتْ بِغَيْرِ إِذْنِ مَوَالِيهَا فَنِكَاحُهَا بَاطِلٌ فَنِكَاحُهَا بَاطِلٌ فَنِكَاحُهَا بَاطِلٌ “Velilerinin izni olmadan evlenen kadının nikâhı batıldır, nikâhı batıldır, nikâhı batıldır.” Doğru Hanefi mezhebinde zikrettiğin görüş vardır lakin doğru değildir. Senin durumunda bacının velisi kimdir diye soracaksan derim ki: Veli anne ve anne tarafın erkekleri değildir. Kızın velisi baba ve yakınlık derecesine göre baba tarafın erkeklerinden olur. Kızın babası vefat ettiğine göre velayet sırasına göre şu erkeklere intikal eder: Babanın vasiyet ettiği erkek Babanın babası, yanı kızın baba tarafından dedesi Kızın anne baba bir erkek kardeşi Kızın baba bir erkek kardeşi Kızın anne baba bir erkek kardeşinin oğlu, yani yeğeni Kızın baba bir erkek kardeşinin oğlu, yani yeğeni Kızın anne baba bir amcası Kızın baba bir amcası Kızın anne baba bir amcasının oğlu Kızın baba bir amcasının oğlu Kızın baba tarafından velayete ehil olacak bir erkek yoksa kadının velisi sultan veya onu temsil eden kişi olur. İmam Ebu Davud, İmam et-Tirmizi ve İmam Ahmed (rahimehumallah)’ın Aişe (radıyallahu anha)’dan tahriç ettikleri hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) “Velisi olmayan kadının velisi sultandır” buyurmuştur. Sultan yoksa velayet kızın bağlı olduğu cemaat emirine veya onu temsil eden kişiye intikal eder. Cemaat yoksa kız velisini kendisi tayin eder. Sırasına göre sana zikrettiğim bu erkekler bacının velisi olmaya ehildirler. İlk derecede hak sahibi olanda velayeti düşürecek bir sebep var olduğunda velayet ondan sonraki derecede olan erkeğe intikal eder. Velayeti düşürecek sebepler şunlar olabilir: Müslüman olmaması, kızın dini ve dünyevi maslahatını gözetmemesi, kız ve erkek arasında denklik mevcut olmasına rağmen ve şeri bir mani olmamasına rağmen nikâhı kıymaması. Binaen aleyh muhterem kardeşim sen önce bacının velisi kimdir onu öğrenmelisin. Kızın babasının vasiyet ettiği Müslüman bir erkek varsa veli odur. Yoksa ama Müslüman dedesi (baba tarafından) varsa veli odur. Yoksa ve kızın Müslüman, buluğa girmiş baba bir erkek kardeşi varsa velisi odur. Yoksa ama baba bir kardeşinin Müslüman ve buluğa girmiş oğlu varsa velisi odur. Yoksa ama Müslüman amcası varsa velisi odur. Yoksa ve Müslüman amcaoğlu varsa velisi odur. Bu da yoksa kızın velisi bağlı olduğu Müslüman cemaatin emiridir. Bir cemaate bağlı değilse kız kendi maslahatını koruyabilecek bir erkeği kendisine veli seçebilir. Sen kızı bu veliden isteyeceksin ve o sana kızı nikâhlayacak. Bu takdirde nikâhın sahih olur. Son olarak nefsinize uymamanızı size önemle tavsiye ederim. Bir an evvel evlenelim diye Rabbinizi kandırmayın. Şeriatın dışına çıkmayın. O zaman Allah (celle ve âlâ)’nın rahmeti, bereketi ve nusreti sizinle olur. Aksi takdirde sizi sizinle baş başa bırakır ve helak olursunuz. Dediğim gibi değerli kardeşim kızın şeran velisini bul ve ondan iste. Eğer durum senin anlattığın gibiyse velinin sizin nikâhınızı kıymama gibi bir hakkı yoktur. Başka bir sıkıntı çıkarsa tekrar yazarsın inşallah. Allah hayır ise evlenmenizi kolaylaştırsın, değilse sizi alıkoysun. Selametle kal. Tarık Ebu Abdullah
Filistinli bebekleri ve çocukları öldürmekle övünen bir işgalci İsrail askeri!
“Bebek arıyoruz ama bebek kalmadı. 12 yaşında bir kızı öldürdüm ama bebek arıyoruz…”
Gece saatlerinde işgal güçleri Batı Şeria’daki Ramallah, Cenin, El Halil ve Tulkarime bölgelerine baskınlar düzenledi.
Hamas, İran Devrim Muhafızları sözcüsünün “Aksa Tufanı, Süleymani’nin öldürülmesine bir tepkiydi” açıklamasını resmi Beyan ile reddetti:
“Hamas İslami Direniş Hareketi olarak, İslam Devrimi Muhafızları Sözcüsü Tuğgeneral Ramazan Şerif’in, Aksa Tufanı operasyonu ve gerekçelerine ilişkin yaptığı açıklamalarının doğruluğunu reddediyoruz.
Mescid-i Aksa’ya yönelik tehditler ve tehlikeler başta olmak üzere, Aksa Tufanı operasyonunun gerekçelerini defalarca vurguladık.
Filistin Direnişinin, gerçekleştirdiği bütün eylemlerin ve operasyonların yalnızca Siyonist işgalin varlığına, halkımıza ve kutsal değerlerimize yönelik devam eden saldırganlığına tepki olarak gerçekleştiğini yeniden ifade ediyoruz.
Hamas İslami Direniş Hareketi
27.12.2023″
Allah düşmanı Yahudilerin aralıksız saldırdığı Gazze’de, İslam ümmetinin çocukları bir lokma yemeği bulamıyor. İslam ümmeti ise “Noel kutlamanın caiz olup olmadığını” tartışıyor!!
﴾Rahmân, bir çocuk edindi” dediler.
Gerçekten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.
Öyle ki, bu iddianın dehşetinden neredeyse, gök paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp gidecekti…
Rahmân’a çocuk isnad ettiler diye!
Halbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şânına yakışmaz﴿
🎙️ Abdullah Kemeli
📜 Meryem, 88-9
Fethu’l-Mubin operasyon odası topçuları, Halep’in batısındaki 46. Alay cephesinde rejime ait 14.5 mm’lik ağır makineli otomatik tüfeği “B9” füzeleriyle hedef alarak mürettebatıyla birlikte imha etti.
Rus işgal uçaklarının İdlib’in batısındaki Armanaz beldesini hedef alması sonucu bir aileden (karı, koca ve 3 çocuk) oluşan 6 sivil hayatını kaybetti.
Eş-Şebab Mücahidlerinin son 2 gün içinde gerçekleştirdiği operasyonlarında 102 Somali Özel Kuvvetleri ve müttefik kuvvet milisi öldürüldü ve yaralandı.
🚨 Hindistan Yeni Delhi Eyalet polisi, İsrail büyükelçiliği yakınında bir patlama meydana geldiğini bildirdi.
İsrail Dışişleri Bakanlığı, patlamanın büyükelçiliğin 100 metre uzağında meydana geldiğini açıkladı.
Herhangi bir kayıp bildirilmedi.
Kassam Tugayları Gazze’den Askalan’a roket saldırıları başlattı.
Miğferinde Yunan bayrağı taşıyan bir işgal askeri, Gazze’de çocuklar da dahil olmak üzere Filistinli sivilleri esir alıyor!
Eski İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz:
Hamas’a karşı savaşı kaybettik. Zafer ancak Netanyahu’nun istifa etmesiyle elde edilebilir.
Rus Donanması Karadeniz Filosunun savaşın başlangıcından bu yana büyük kayıpları.
Rusya, Bugün Ropucha sınıfı çıkarma gemisi Novocherkassk’ı da kaybetti.
Kassam Tugayları işgal ordusuna ait bir tankı yakın mesafeden ‘Yasin-105’ füzesiyle imha ediyor:
Hindistan Yeni Delhi Eyalet polisi, İsrail büyükelçiliği yakınında bir patlama meydana geldiğini bildirdi.
İsrail Dışişleri Bakanlığı, patlamanın büyükelçiliğin 100 metre uzağında meydana geldiğini açıkladı.
Herhangi bir kayıp bildirilmedi.
BBC:İngiltere, HMS Trent savaş gemisini Venezuela ile gerilim yaşayan Guyana’ya gönderdi.
7 Ekim’den bu yana öldürüldüğü açıklanan işgal askeri ve subay sayısı 489’a, kara harekâtının başlamasından bu yana ölenlerin sayısı ise 156’ya yükseldi.
Meğazi kampında şehit sayısı 80’e ulaştı.
Siyonist işgalcilerin Megazi kampında gerçekleştirdiği katliamda en az 50 sivil şehit oldu!
Eş-Şebab: Bugün, Eş-Şebab mücahidleri, şiddetli çatışmaların yaşandığı Somali’nin merkezindeki Mudaq eyaletindeki Amara bölgesinde Türkiye tarafından eğitilen Somali özel kuvvetleriyle yedi kez karşı karşıya geldi.
Bu sabah başlayan ve kısa bir süre önce sona eren olayda, aralarında subayların da bulunduğu 50’den fazla özel kuvvet milisi öldürüldü. Düzinelerce yaralının yanı sıra çok sayıda esir, silah ve mühimmat dahil çeşitli ganimetler alındı.
Beşşar Escobar’ın başarısız narkotik sevkiyatı devam ediyor.
Ürdün sınır muhafızları Suriye topraklarından gelen büyük miktarda uyuşturucunun kaçırılmasına yönelik bir operasyonun engellendiğini duyurdu.
Kaçakçılık operasyonunun engellenmesiyle yarım milyondan fazla Captagon hapı ve 209 avuç dolusu esrar ele geçirildi.
Al-Mayadeen: “ABD, terör örgütü PKK/YPG’ye Suriye’deki Al-Tanf Üssü’nde insansız hava aracı kullanımı ve helikopter pilotluğu eğitimi veriyor.”
Türkiye’nin değerli müttefiki..
Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cebeliye yakınlarında mücahidler ile işgal ordusu arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor.
Nablus şehrinde mücahidler ile Siyonist işgal güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor!
Rejim subaylarının “Gizemli” ölümleri devam ediyor.
Esed rejimi Tümgenerali Muhammed Hasan Ali’nin, sebebi bilinmeyen bir şekilde öldüğü açıklandı.
Siyonist rejim, gece saatlerinde Gazze Şeridi’ndeki Hıttin Camisi’ni bombaladı! Aksa Tufanı Harekatının başladığı günden bu yana işgal rejiminin bombalayarak kullanılamaz hale getirdiği cami sayısı 34’e yükseldi.
Esed milislerinin bugün işledikleri katliama misilleme olarak, Tahriru’ş-Şam güney İdlib Telminnes kasabasında bulunan Esed çetelerinin ait mühimmat deposunu imha ediyor.
Tahriruş-Şam, bugün Batı İdlib’de çadır yerleşmelerin bombalamasına misilleme olarak, Hama kırsalına bağlı Sukaylabiye kasabasında bulunan Esed milisleri noktalarını grad füzeleriyle hedef alıyor.
Esed rejimi milislerinin, batı Halep’ te Tavvama civarında çadır yerleşim yerlerini bombalaması sonucu, 3 sivil yaralandı.
Fethul-Mubin Operasyon Odasına bağlı Topçu birliği, kurtarılmış bölgelerdeki sivillerin hedef alınmasına karşılık olarak, batı Halep kırsalındaki 46. Tugay ve Ancara ekseninde bulunan Esed çetelerinin karargahlarını hedef alıyor.
Rus savaş uçakları, batı İdlib Cisr eş-Şuğur kırsalında Hamame köyünün çevresindeki çadır yerleşim yerlerini bombalaması sonucu, siviller arasında geneli çocuklardan oluşan 6 şehit ve çok sayıda yaralılar var.
Fethu’l Mubin operasyon odasına bağlı topçu birlikleri, #Lazkiye’nin kuzey kırsalındaki #CebelEbuAli eksenindeki Esed milislerinin mevzilerini 120 mm lik havan toplarıyla hedef alıyor.
Gazze’ye gelen yardımlar arasında erkek, kadın ve çocuklar için kefenlerin olduğu görüldü.Filistinli gazeteciler, kefenleri ”Ölmemizi istiyorlar! Allah Arap ülkelerinin belasını versin!” diyerek paylaştı.
HTŞ’ye bağlı keskin nişancı birlikleri İdlib’in güneyindeki Maarat Muhas ve Bureyc cephesinde rejim milislerinden 2 kişiyi etkisiz hale getirdi.
Biden’ın Kongre’den ek harcama talebi Ukrayna için 60 milyar dolar, İsrail için 14 milyar dolar olacak – Reuters.
#SonDakika #DoğuAfrika#Somali’nin başkenti Mogadişu’da Ulusal Tiyatro ile Godka Jilacow istihbarat hapishanesi arasındaki bir restoranın bombalı saldırı ile hedef alındığı bildirildi. Büyük ihtimalle Eş-Şebab geniş çaplı bir operasyon icra ediyor.
El Kaide merkezi liderliğinin yakında yayın yapması bekleniyor.
Orta Somalinin Hiran eyaletindeki Bolobardi kentinde Eş Şebab Mücahitlerinin kurduğu iki pusuda çok sayıda hükümet milisi öldürüldü, 5 kişi de yaralandı.
Fethu’l Mubin operasyon odası, Özgürleştirilmiş bölgelerin hedef alınmasına karşılık #idlib’in doğu kırsalındaki #serakib şehrindeki Esed militanlarını #Zuem füzeleriyle doğrudan hedef aldı.
Özgürlerştirilmiş bölgelerin hedef alınmasına karşılık Fethu’l Mubin operasyon odası topçuları, #Lazkiye’nin kuzey kırsalındaki #Keseb şehrini doğrudan hedef aldı. Esed milisleri safında ölülerin ve yaralıların olduğu doğrulandı.
Perşembe akşamı İdlib’in batı kırsalındaki Deyr Osman bölgesinde büyük bir orman yangını çıktı.
Beyaz Miğferler, 9 saatlik çalışmanın ardından İdlib’in batısındaki orman yangınlarını söndürdü.
Sivil Savunma: 9 saatten fazla aralıksız çalışmanın ardından ekiplerimiz orman yangınlarını söndürmeyi başardı.
“Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, Cuma günüdür”
Cuma günü sünnetleri, Allah subhanehu ve teâlâ muvaffak kılsın.
عن ابن عباس رضي اللَّه عنهما قال: قال رسول اللَّه صلى الله عليه وسلم : “صوموا يوم عاشوراء، وخالفوا فيه اليهود، صوموا قبله يوماً، أو بعده يوم
İbni Abbas’tan (رضي الله عنهما) rivayetle, Rasûlullah ﷺ şöyle buyurdu:
Aşura günü oruç tutun. Bunda yahudilere muhalefet ederek öncesinde bir gün ya da sonrasında bir gün daha oruç tutun.
Tahavi, şerh Meanil asar II. 78 | İmam Ahmed, el Musned I. 241
“Muharrem” hürmet edilen anlamındadır. Bu ay, Peygamber ﷺ tarafından Allah’ın ayı diye nitelendirilmiştir
Müslim, Sıyam, 202; Ebu Davud, Savm 55; Tirmizi, Savm, 40.
Rasûlullah ﷺ bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ramazan’dan sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır.”
Müslim, Sıyam, 202-203; Ebu Davud, Savm, 55; Tirmizî, Savm, 40
Papa’dan LGBT’ye destek!
Papa, İtalyan Giona adındaki bir transseksüelden kendisine “LGBT topluluğu ve eşcinsel evlilikler konusundaki tutumu” hakkında yöneltilen soruyu, “Tanrı bizi olduğumuz gibi seviyor” diye cevapladı!
Ardından Papa, “Tanrı her zaman bizimle birlikte yürür. Günahkâr olsak bile bize yardım etmek için yaklaşır. Tanrı bizi olduğumuz gibi sever. Bu Tanrı’nın çılgın sevgisidir” dedi.
Mali El-Kaide’si Cemaatu Nusretu’l-İslam ve’l-Müslimin, Mobti eyaletine bağlı Kukura köyünde Mali ordusuna, Şehid Ebu Katade Ensari’nin gerçekleştirdiği şehadet eylemiyle birlikte başlattığı operasyonda 12 milisin öldürüldüğünü, çok sayıda askeri teçhizatın ve ağır silahın ele geçirildiğini bildirdi.
Haftanın Tespiti: “Tecrübenin Başarısız Oluşu, Değişim Aracının Hatalı Olduğu Anlamına Gelmez”
Yenilgi, hata anlamına gelmez. Nebi ﷺ Uhud savaşında yenilmedi mi? Bu, cihadın bir hata olduğu anlamına mı gelir? Hata nerede? Uygulamada, idarede ya da hareket şeklinde olabilir, ancak cihadın bizzat kendisinde değildir.
Maalesef birçok şeyhe gidip konuştuğunuzda size, ‘daha önce bu yolu denediniz ve yarar sağlamadı’ der. Bunu yanlış bir yolla denedik, uygulama şeklinde hatalar vardı. Yeniden tekrar edilmesi gerekir, defalarca tekrarlanması gerekir; ancak doğru şekliyle ve önceki hatalardan sakınarak.
Size bir soru soracağım: Batı bize karşı yürüttüğü savaşlarında kaç kez yenildi? İki yüz sene sürecinde sekiz haçlı seferi düzenlendi, usandılar mı?Müslümanların beldelerinden
çıkarılmalarından sonra, ‘yeter, Müslümanları çözdük, bunlar yenilmeyen topluluklar. Ne zaman onlara karşı savaştıysak hepsinde mağlup olduk’ mu dediler? Bize karşı yürüttükleri saldırı hamleleri durdu mu? Yoksa tüm bu yenilgilerden sonra yeniden mi geldiler? Bu olanlardan sonra, Napolyon meşhur askeri hamlesini yapmadı mı? Napolyon hamlesinden sonra “sömürge” diye adlandırılan hamleler başlamadı mı?
Niçin küfür her gün bize karşı savaşlarında yeni bir yol deniyor ve ümidini yitirmiyor? Niçin Müslümanlar olarak bizler, bir savaşta yenildiğimizde menhecimizi ve yolumuzu değiştirmek istiyoruz?
Şeyh Ebû Katade El-Filistini
İnsanlardan öylesi vardır ki: “Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman ettik.” derler. (Hakikatte) iman etmiş değillerdir.
Bakarâ 8