İlericilik ve gericilik söylemleri arasında İslam şeriatı !

 

Şeriat meselesinde duymaya alıştığımız bir mefhum “gericilik” yahut “irtica” sözüdür. Esasen bu sözü söyleyenler ne “gericilik” lafının ihtiva ettiği anlamın ne de bunun zıddı olan “ilericilik” yahut “ilerlemecilik” mefhumunun neyi ifade ettiğinin bilincindedir.

Genel olarak kültürel ve sosyal alanlarda anlam ifade etmekte olan “ilerlemecilik”, Aydınlanma Çağı ve sonrasında etkisini yoğun olarak gösteren Batılı felsefi akımlardan birisidir. İlahi olanın reddiyle; maddeci, pragmatist ve pozitivist yaklaşımlarla kendisini oluşturan Batılı zihin dünyası, birbirinden farklı felsefi görüşler doğursa da, tüm bu görüşler bir mozaik halinde Batı’nın bugünkü çehresini oluşturmuştur. Söz gelimi, Batı’da Darvinizm’in önermelerini reddeden birçok ana akım felsefi düşünce olsa da, bunlar yine de Darvinizm’in oluşturduğu temel üzerinde kendilerine varlık alanı bulmuşlar ve ortak bir beşeri anlayışa iştirak etmişlerdir. Bu şekilde ilerlemecilik kavramı da, bugün oldukça yanlış anlaşılan diğer kavramlar arasında yerini almıştır. Tıpkı “hümanizm” mefhumu “insan canlısı ve merhametli olma” şeklinde anlaşıldığı gibi, “ilerlemecilik” de bilimsel ve teknolojik gelişim yanlısı olma gibi “masum” şekilde anlatılmış ve anlaşılmıştır.

Oysa ki asıl durum oldukça farklıdır ve bu kadar yüzeysel bir mana ifade etmez. Bizlerin bugün yaşadığı birçok problemin temelinde de bu yüzeysel yaklaşım yatmaktadır. Zira bizler maalesef bugünün dünyasını ve çağın anlayışını oluşturan kavramları bilmemekle kalmıyor, bu bilgisizliğimize rağmen mevzubahis kavramları bildiğimizi ve anladığımızı zannediyoruz. Halbuki anladığımız noktalar çok yüzeysel, işin iç yüzünü tamamen ıskalayan ve gerçekten çok az nasibi olan noktalar.

Tıpkı bir buzdağı gibi, söz konusu felsefenin ve kavramların neredeyse tamamı suyun altında görünmeden duruyor. Dolayısıyla da içerisine düştüğümüz buhranları aşamıyor, çağın anlayışının tenkidini yapamıyor, İslami olanı ortaya koyamıyor ve ileriye adım atamıyoruz. İslam coğrafyalarında kendisini çağdaş ve aydın gösteren insanlar da, kimi zaman sahip oldukları mevkileri kaybetmemek adına, kimi zaman da yerelliklerini yitirip birer Batılı olmaları sebebiyle, bu hakikatlere dair ciddi yorum ve tahlillerde bulunmuyor. İnsanlık tarihinin neredeyse sadece son 3 asrından ibaret olan ve dünyayı krize sürüklediği açıkça görülen düşünceler, insanlığın varabileceği en nihai nokta ve zirve gibi algılanarak, tüm insanlık bir deli gömleği içerisine hapsediliyor.

İlerlemecilik, merkezine deneysel bilgi sonucu elde edilen “kanıt”larla kaydedilen “ilerleme” düşüncesini alır. Özellikle Aydınlanma Çağı ve sonrasında güçlenen bu düşünce temelinde, insanın “barbarlıktan medeniyete” giden bir ilerleme süreci içerisinde olduğu düşüncesi bulunur. Yani insanın iyiye, güzele, doğruya, ideale doğru ilerleme sürecinin, tekamülünün, olgunlaşmasının merkezinde deneysel bilgiyle elde edilmiş kazanımlar vardır.

Bilhassa sosyal alana dair elde edilen bu bilimsel, iktisadi, teknolojik, idari, siyasi ve benzeri ilerlemelerle insanın ilerleyeceği ve gelişeceği savunulur. Elbette burada temel alınan insanın, diğer Batılı felsefi düşüncelerde olduğu gibi her şeyin merkezinde bulunan ve ilahlaştırılan bir insan olduğunu söylemek gerekir. İlerlemeci felsefenin, insanı, varlığını ve amacını tartışan diğer felsefi çıkarımlarla bir araya gelmesi ve bugüne dek uzanması, tüm dünyayı içerisine alan farklı bir zihinsel altyapı ortaya çıkarmıştır.

Nihayetinde geldiğimiz nokta ise şudur: Bilimsel ve benzeri gelişmelerin odak noktası olan, bunların yorumlanarak insanlığa aktarılma tarzına dair güç ve algısal etkiyi ellerinde bulunduran kimseler, “insanlığın vardığı nokta”, “ideal insan”, “insanın varması gereken nokta”, “muasır medeniyetler seviyesi” gibi mefhumların altını dolduracak otoriteye sahip olmuşlardır.

Böylece tüm insanlık, bu kimselerin gösterdiği “düzey”i ilerleme, buna razı olmamayı ise gericilik kabul etmiştir. Mesela bugün Batı’ya göre “bilim” ve “insani gelişim”, bizlere eşcinsel ilişkilerin ve bu yöndeki cinsel eğilimlerin “meşru”, bunlara itiraz etmenin ise “insanlığa aykırı” olduğunu öğütlemektedir. Söz konusu felsefi arka plan uyarınca Batılı dünya da, eşcinselliği yasaklayanları “gerici”, “insanlık düşmanı” olarak yaftalamakta, bunun serbest bırakılmasını ise zorunlu olarak görmektedir.

Bu “ilerlemeci” yahut “ilerici” düşüncenin karşısına oturtulmak ve bir itham mekanizması görevi görmek için de “gerici” olarak ifade edilen bir kavram oluşturulmuştur. Zaman zaman “reaksiyoner” olarak da ifade edilen bu kavram, adı üstünde, bir geri dönüşü, ilerlemenin geri alınmasını, yanı Batılı düşünceye göre insanın medenilikten barbarlığa dönmesini savunma düşüncesidir.

Batılı felsefenin kendisine meydan okuyan düşünceleri yaftalama ve hedef gösterme biçimi bu kavramsallaştırmada bir kez daha kendisini göstermektedir. Türkçede “irtica” ve “irticacı” gibi söylemler de bu düşmanlaştırıcı kavramsallaştırmanın bir ürünüdür. Bu kimselere göre, şeriat düzenini isteyenler gerici, insanların eşcinsel ilişkilere girebilmesini, sokak hayvanları gibi “özgür”ce çiftleşebilmesini, açılıp saçılabilmesini ve hayvani arzuların esiri olmasını isteyenler ise ilerici, ilerlemecidir.

Esasen güldürücü derecede yanlış olan husus, bu kimselerin zihnindeki “geri” ve “ileri” kavramlarının tamamıyla kronolojik bir sıralamaya göre yerleşmiş olmasıdır. Bu kimseler, kötü bir kopyasını yansıtmaya çalıştıkları Batılı felsefe ekseninde, kendi benimsedikleri demokratik düzenin İslam şeriatı nizamından sonra gelmiş olmasını bir kaide kabul ederek, kendilerini ileride ve Müslümanları geride sayarlar.

İki düzeni, getirdiklerini, götürdüklerini, siyasi ve idari yönlerini, altlarında yatan felsefeyi, uygulama alanlarını ciddiye almadan, yalnızca kendi nefsani arzularını ilahlaştırıyor diye, mevcut düzeni daha ileride ve yukarıda kabul ederler. Bu düşünce paralelinde şekillenen “geri” ve “ileri” kavramları, insanları oldukça yanlış noktalara sürükler. Bu kavramları ilke edinmek, kuzeyi değil meçhul bir yönü gösteren bir pusulayla denize açılmaya benzer. Sizin tamamıyla gerçeği gösterdiğine inandığınız bu bozuk pusulaya göre belirlediğiniz yönler, bindiğiniz gemiyi bilinmezler içerisinde yok olmaya sürükleyecektir. Ve pusulanın hatalı olduğu ancak geminiz sulara gömüldüğünde anlaşılacak, bu aydınlanma ise size hiçbir şey katmayacaktır.

Düşünür Cemil Meriç, bu minvalde şunları söyler:

“Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.”

Gerçekten de bu aldatıcı “gerici” ve “ilerici” tanımları doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirine karıştırmaktadır. Bir kimse gerçeği ve hakikati arayıp bulmak istiyorsa, söz konusu basmakalıp tanımlardan öteye geçmesini bilmelidir.

Batılı felsefe, özellikle son asırlarda ilahi ve manevi olanı neredeyse tamamen reddedip maddeye yönelerek, hakikatin ancak bu yöneliş ve buna dair araştırmalar neticesinde anlaşılabileceğini savunmaktadır. Oysa insanlık tarihi, hakikate dair çok daha isabetli, çok daha verimli, çok daha tutarlı ve insan topluluklarını çok daha huzur içerisinde yaşatan çeşitli hakikat arayışlarıyla doludur. Batı dünyası elde ettiği servet ve siyasi-askeri güç sebebiyle tüm dünyayı eline geçirdiği için, binlerce yıllık insanlık tarihi ve hakikat arayışı 3 asrın içine hapsedilemez. Sırf Batılılar dünyayı şiddet yoluyla, yüzlerce milyon insanı katlederek kontrol altına aldı diye, vardığımız bu nokta insani ilerleyişin zirvesi olarak addedilemez.

Bu konuda “ilerlemecilik” meselesine ve neyin geri neyin ileri olarak adlandırılacağı hususundaki yanlış bakış açısına temas ettikten sonra, Allah’ın şeriatı nizamına yönelik “gerici” söylemine de değinmemiz icap eder.

Allah’ın şeriatını istemekle maksat ne insanlığın beşeri gelişmelerini tümden reddetmek ne de geçmişe dönmeyi murat etmektir. Burada şeriat hükmünü tesis etmenin Müslümanlar açısından bulunduğu konum geçmişe dönmek, belirli bir zamanı diriltmek, eski sistemi yeniden getirmek gibi bir konum değildir. Aksine Müslümanların muradı çağlar ve bölgeler üzeri bir anlayışla Allah’ın hükümlerini tesis etmek, şeriat nizamını uygulamaktır. Türkiye özelinde de diğer bölgelerde de “gericilik” ifadesiyle iki ana dönem tahkir edilmektedir. Bunlardan ilki Osmanlı Devleti (yahut onun asrında var olan diğer devletler) dönemi ikincisi ise bizatihi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ve hulefa-i raşidin devridir. Demokratik düzeni savunanlar, bu iki tarihi dönemi eleştirmekle kalmamakta, aşağılamakta ve geri kalmakla suçlamaktadır.

İki tarihi dönem kıyaslanırken, yapılacak kıyaslama her iki dönemi de tarihin ve teknolojik düzeyin etkisinden soyutlayarak, kendi içlerinde yapılmalıdır. Bu açıdan hem İslam coğrafyası hem de bugünkü Batı dikkate alındığı zaman, birçok farklı yönden Osmanlı Devleti’nin de İslam Devleti’nin de oldukça gelişmiş bir vaziyette olduğu görülecektir. Askeri, siyasi, ahlaki, irfani, bilimsel, ticari vesaire tüm yönlerden İslam coğrafyası, bu dönemlerde dünyanın merkezi konumundaydı.

İslam orduları birçok bölgede ilerliyor, kontrol altına alınan bölgelerde büyük bilimsel gelişmeler kaydediliyor ve her bölge içerisinde bir beşeri merkez halini alıyordu. İslam’ın ilk asırlarında kaydedilen bilimsel ilerleme, Batı’nın daha sonra yapacağı ilerleyişe de temel teşkil edecekti. Endülüs başta olmak üzere İslam coğrafyası dünyanın dört bir yanından öğrencilere ve ilim öğrenmek isteyenlere kucak açtı.

Büyük şehirler, yollar, belediyecilik imkanları oluşturuldu. Kapsamlı araştırmalar yapıldı, dünyanın şahit olmadığı büyüklükte kütüphaneler tesis edildi. Dünyadaki birçok farklı kültüre ait eserler tercüme edilirken, yüz binlerce cilt eser yazıldı. Bugün ise tüm bu dönemler “geri” parantezine alınarak tahkir edilmek isteniyor, bu geçmişi öven insanlara “gerici” deniliyor. Tüm bu gelişmişliğe ve beşeri düzeye rağmen, İslam’ın bu yüzyıllarına olan hasrete “gericilik” demenin altında yatan kin, haset ve düşmanlığı görmemek oldukça güçtür. Yaklaşık 2 asırdır, her toplumun başına gelebilecek kısa bir gerileme ve işgal sürecinden geçtiği için, Müslümanların geçmişi de bugünüyle beraber entelektüel olarak mahkum edilmek istenmektedir. Bu ne tarihi ne de bilimsel yaklaşıma uygundur. Bilakis, bu tavırla yapılmak istenen doğrudan Müslümanları hedef almak, onları mücadeleden vazgeçirmek ve kendi özlerinden onları tiksindirmektir. Ki, Müslümanların yaşadığı ülkelerin eğitim sistemlerinde de tezahür eden bu tavrın başarıya ulaştığı, Müslüman nesillerin bu “gerici” söylemine eşlik etmesinden bellidir. Oysa bizim “geri”mizde, yani geçmişimizde utanılacak bir düzeysizlik, başarısızlık, onursuzluk yoktur. Bilakis İslam’ın ve Müslümanların geçmişi bir iftihar vesilesidir. Müslümanlar tarih boyunca Romalıların, Perslerin, Moğolların, Haçlıların, İngilizlerin, Rusların, Çinlilerin, Japonların, Almanların, Amerikalıların elde edebildiğinden çok daha fazla toprağı yaklaşık 1.5 asırlık zaman diliminde ele geçirmiş, 14 asır geçmesine rağmen bu bölgelerde kalıcı olmuşlardır. Yukarıda saydığımız azgın küfür topluluklarının aksine kontrol altına aldıkları bölgeleri talan etmemiş, insanlarını soykırıma uğratmamış, bilakis bu bölgeleri madden de manen de imar etmişlerdir. Tarih boyunca, ele geçirdikleri toprakların insanlarının düzeyini yükselten, onları ilimde, irfanda, teknikte, fikirde ileriye taşıyan kaç topluluk vardır? İslam tarihinin ilim, teknik, askeriye ve diğer alanlarda önder şahsiyetleri birçok farklı millete mensuptur. İslam’ın genişlediği coğrafyalar, İslam’ın şan ve şerefinin bir parçası olmuştur. Bugün ise “ilerici”, “ilerlemeci”, “medeni” Batı’nın yaptıkları ortadadır. İlerici Batı’nın işgal ettiği topraklarda halen bebekler nükleer serpintiler sebebiyle özürlü doğmaktadır. İşte mevcut demokratik ve ilerici dünya düzeninin “ileri” algısı budur. Onları ilgilendiren sadece “insan” olarak niteledikleri kendi toplumlarıdır. Kendilerinden başka kimseyi umursamazlar. Bu durum, katliamcı Batı’nın amiral gemilerinden Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın bir açıklamasında gayet net şekilde vurgulanmıştı. Mitterrand, Fransa’nın mimarı olduğu Ruanda Soykırımı için “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil.” ifadesini kullanmıştı.

Benzer bir şekilde, Fransız edebiyatçı ve siyasetçi Victor Hugo’nun da şöyle söylediği rivayet edilir:

“Paris’te bir adamın boğazı kesilirse bu bir cinayettir. Doğu’da 50 bin kişi öldürülürse, bu (sadece) bir meseledir.”

İşte insancıl ve ilerlemeci Batı’dan asırlardır sadır olan görüş budur ki zaten bu görüş paralelinde Batılı güçler Amerika’dan Asya’ya, Afrika’dan İslam alemine kadar yüzlerce milyon insanı bu çarpık anlayışla katletmişlerdir.

Bu çürük “ilerici” zihniyet karşısında, bir de bunların “gerici” olarak yaftaladığı İslam şeriatına bakalım.

Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın.” (İsra Suresi, 33’üncü ayet)

Ve şöyle buyuruyor:

“Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa Suresi, 93’üncü ayet)

Ve şöyle buyuruyor:

“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Maide Suresi, 32’nci ayet)

Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de birçok hadisinde savaşlarda kadın ve çocukların öldürülmesini kesinlikle yasaklamış (müttefekun aleyh), bir köleye işkence eden hür bir kişiye bile kısas uygulanmasına hükmetmiş (müttefekun aleyh), bir kadının karnındayken öldürülen bir cenin için dahi katile ceza vermiştir (müttefekun aleyh). Ancak, 14 asır evvel öldürülen bir cenin hakkında dahi oldukça hassas olan bir şeriata “gerici” yakıştırması yapanlar, 21’inci yüzyılda insanları topluca katleden bir “demokrasi” düzenine “ilerici” diyebilmektedir.

Meseleyi manipülasyon ve aldatmaca temelinde değerlendirirsek “geri” ve “ileri” birbirine karışacaktır. Oysa konuyu iki düzeni de ortaya çıkaran anlayışı tahlil edip anlayarak değerlendirmemiz gerekir. Bilhassa manipülasyonun, işgalin ve zilletin zirveye çıktığı bu çağa bakarak, kendisini İslam’a nispet eden ancak Batılılara uşaklık edenlere bakarak, İslam ile oyun oynar gibi oynayan demokratlara bakarak İslam’ı yargılamak ahlaki olmadığı gibi bilimsel de değildir.

Muhammed Eyyub

Son Güncelleme: 1 ay önce