İslam Tarihi
EDİTÖRÜN SEÇİMİ
beyazminare
İlericilik ve gericilik söylemleri arasında İslam şeriatı !
  Şeriat meselesinde duymaya alıştığımız bir mefhum "gericilik" yahut "irtica" sözüdür. Esasen bu sözü söyleyenler ne "gericilik" lafının ihtiva ettiği anlamın ne de bunun zıddı olan "ilericilik" yahut "ilerlemecilik" mefhumunun neyi ifade ettiğinin bilincindedir. Genel olarak kültürel ve sosyal alanlarda anlam ifade etmekte olan "ilerlemecilik", Aydınlanma Çağı ve sonrasında etkisini yoğun olarak gösteren Batılı felsefi akımlardan birisidir. İlahi olanın reddiyle; maddeci, pragmatist ve pozitivist yaklaşımlarla kendisini oluşturan Batılı zihin dünyası, birbirinden farklı felsefi görüşler doğursa da, tüm bu görüşler bir mozaik halinde Batı'nın bugünkü çehresini oluşturmuştur. Söz gelimi, Batı'da Darvinizm'in önermelerini reddeden birçok ana akım felsefi düşünce olsa da, bunlar yine de Darvinizm'in oluşturduğu temel üzerinde kendilerine varlık alanı bulmuşlar ve ortak bir beşeri anlayışa iştirak etmişlerdir. Bu şekilde ilerlemecilik kavramı da, bugün oldukça yanlış anlaşılan diğer kavramlar arasında yerini almıştır. Tıpkı "hümanizm" mefhumu "insan canlısı ve merhametli olma" şeklinde anlaşıldığı gibi, "ilerlemecilik" de bilimsel ve teknolojik gelişim yanlısı olma gibi "masum" şekilde anlatılmış ve anlaşılmıştır. Oysa ki asıl durum oldukça farklıdır ve bu kadar yüzeysel bir mana ifade etmez. Bizlerin bugün yaşadığı birçok problemin temelinde de bu yüzeysel yaklaşım yatmaktadır. Zira bizler maalesef bugünün dünyasını ve çağın anlayışını oluşturan kavramları bilmemekle kalmıyor, bu bilgisizliğimize rağmen mevzubahis kavramları bildiğimizi ve anladığımızı zannediyoruz. Halbuki anladığımız noktalar çok yüzeysel, işin iç yüzünü tamamen ıskalayan ve gerçekten çok az nasibi olan noktalar. Tıpkı bir buzdağı gibi, söz konusu felsefenin ve kavramların neredeyse tamamı suyun altında görünmeden duruyor. Dolayısıyla da içerisine düştüğümüz buhranları aşamıyor, çağın anlayışının tenkidini yapamıyor, İslami olanı ortaya koyamıyor ve ileriye adım atamıyoruz. İslam coğrafyalarında kendisini çağdaş ve aydın gösteren insanlar da, kimi zaman sahip oldukları mevkileri kaybetmemek adına, kimi zaman da yerelliklerini yitirip birer Batılı olmaları sebebiyle, bu hakikatlere dair ciddi yorum ve tahlillerde bulunmuyor. İnsanlık tarihinin neredeyse sadece son 3 asrından ibaret olan ve dünyayı krize sürüklediği açıkça görülen düşünceler, insanlığın varabileceği en nihai nokta ve zirve gibi algılanarak, tüm insanlık bir deli gömleği içerisine hapsediliyor. İlerlemecilik, merkezine deneysel bilgi sonucu elde edilen "kanıt"larla kaydedilen "ilerleme" düşüncesini alır. Özellikle Aydınlanma Çağı ve sonrasında güçlenen bu düşünce temelinde, insanın "barbarlıktan medeniyete" giden bir ilerleme süreci içerisinde olduğu düşüncesi bulunur. Yani insanın iyiye, güzele, doğruya, ideale doğru ilerleme sürecinin, tekamülünün, olgunlaşmasının merkezinde deneysel bilgiyle elde edilmiş kazanımlar vardır. Bilhassa sosyal alana dair elde edilen bu bilimsel, iktisadi, teknolojik, idari, siyasi ve benzeri ilerlemelerle insanın ilerleyeceği ve gelişeceği savunulur. Elbette burada temel alınan insanın, diğer Batılı felsefi düşüncelerde olduğu gibi her şeyin merkezinde bulunan ve ilahlaştırılan bir insan olduğunu söylemek gerekir. İlerlemeci felsefenin, insanı, varlığını ve amacını tartışan diğer felsefi çıkarımlarla bir araya gelmesi ve bugüne dek uzanması, tüm dünyayı içerisine alan farklı bir zihinsel altyapı ortaya çıkarmıştır. Nihayetinde geldiğimiz nokta ise şudur: Bilimsel ve benzeri gelişmelerin odak noktası olan, bunların yorumlanarak insanlığa aktarılma tarzına dair güç ve algısal etkiyi ellerinde bulunduran kimseler, "insanlığın vardığı nokta", "ideal insan", "insanın varması gereken nokta", "muasır medeniyetler seviyesi" gibi mefhumların altını dolduracak otoriteye sahip olmuşlardır. Böylece tüm insanlık, bu kimselerin gösterdiği "düzey"i ilerleme, buna razı olmamayı ise gericilik kabul etmiştir. Mesela bugün Batı'ya göre "bilim" ve "insani gelişim", bizlere eşcinsel ilişkilerin ve bu yöndeki cinsel eğilimlerin "meşru", bunlara itiraz etmenin ise "insanlığa aykırı" olduğunu öğütlemektedir. Söz konusu felsefi arka plan uyarınca Batılı dünya da, eşcinselliği yasaklayanları "gerici", "insanlık düşmanı" olarak yaftalamakta, bunun serbest bırakılmasını ise zorunlu olarak görmektedir. Bu "ilerlemeci" yahut "ilerici" düşüncenin karşısına oturtulmak ve bir itham mekanizması görevi görmek için de "gerici" olarak ifade edilen bir kavram oluşturulmuştur. Zaman zaman "reaksiyoner" olarak da ifade edilen bu kavram, adı üstünde, bir geri dönüşü, ilerlemenin geri alınmasını, yanı Batılı düşünceye göre insanın medenilikten barbarlığa dönmesini savunma düşüncesidir. Batılı felsefenin kendisine meydan okuyan düşünceleri yaftalama ve hedef gösterme biçimi bu kavramsallaştırmada bir kez daha kendisini göstermektedir. Türkçede "irtica" ve "irticacı" gibi söylemler de bu düşmanlaştırıcı kavramsallaştırmanın bir ürünüdür. Bu kimselere göre, şeriat düzenini isteyenler gerici, insanların eşcinsel ilişkilere girebilmesini, sokak hayvanları gibi "özgür"ce çiftleşebilmesini, açılıp saçılabilmesini ve hayvani arzuların esiri olmasını isteyenler ise ilerici, ilerlemecidir. Esasen güldürücü derecede yanlış olan husus, bu kimselerin zihnindeki "geri" ve "ileri" kavramlarının tamamıyla kronolojik bir sıralamaya göre yerleşmiş olmasıdır. Bu kimseler, kötü bir kopyasını yansıtmaya çalıştıkları Batılı felsefe ekseninde, kendi benimsedikleri demokratik düzenin İslam şeriatı nizamından sonra gelmiş olmasını bir kaide kabul ederek, kendilerini ileride ve Müslümanları geride sayarlar. İki düzeni, getirdiklerini, götürdüklerini, siyasi ve idari yönlerini, altlarında yatan felsefeyi, uygulama alanlarını ciddiye almadan, yalnızca kendi nefsani arzularını ilahlaştırıyor diye, mevcut düzeni daha ileride ve yukarıda kabul ederler. Bu düşünce paralelinde şekillenen "geri" ve "ileri" kavramları, insanları oldukça yanlış noktalara sürükler. Bu kavramları ilke edinmek, kuzeyi değil meçhul bir yönü gösteren bir pusulayla denize açılmaya benzer. Sizin tamamıyla gerçeği gösterdiğine inandığınız bu bozuk pusulaya göre belirlediğiniz yönler, bindiğiniz gemiyi bilinmezler içerisinde yok olmaya sürükleyecektir. Ve pusulanın hatalı olduğu ancak geminiz sulara gömüldüğünde anlaşılacak, bu aydınlanma ise size hiçbir şey katmayacaktır. Düşünür Cemil Meriç, bu minvalde şunları söyler: "Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir." Gerçekten de bu aldatıcı "gerici" ve "ilerici" tanımları doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirine karıştırmaktadır. Bir kimse gerçeği ve hakikati arayıp bulmak istiyorsa, söz konusu basmakalıp tanımlardan öteye geçmesini bilmelidir. Batılı felsefe, özellikle son asırlarda ilahi ve manevi olanı neredeyse tamamen reddedip maddeye yönelerek, hakikatin ancak bu yöneliş ve buna dair araştırmalar neticesinde anlaşılabileceğini savunmaktadır. Oysa insanlık tarihi, hakikate dair çok daha isabetli, çok daha verimli, çok daha tutarlı ve insan topluluklarını çok daha huzur içerisinde yaşatan çeşitli hakikat arayışlarıyla doludur. Batı dünyası elde ettiği servet ve siyasi-askeri güç sebebiyle tüm dünyayı eline geçirdiği için, binlerce yıllık insanlık tarihi ve hakikat arayışı 3 asrın içine hapsedilemez. Sırf Batılılar dünyayı şiddet yoluyla, yüzlerce milyon insanı katlederek kontrol altına aldı diye, vardığımız bu nokta insani ilerleyişin zirvesi olarak addedilemez. Bu konuda "ilerlemecilik" meselesine ve neyin geri neyin ileri olarak adlandırılacağı hususundaki yanlış bakış açısına temas ettikten sonra, Allah'ın şeriatı nizamına yönelik "gerici" söylemine de değinmemiz icap eder. Allah'ın şeriatını istemekle maksat ne insanlığın beşeri gelişmelerini tümden reddetmek ne de geçmişe dönmeyi murat etmektir. Burada şeriat hükmünü tesis etmenin Müslümanlar açısından bulunduğu konum geçmişe dönmek, belirli bir zamanı diriltmek, eski sistemi yeniden getirmek gibi bir konum değildir. Aksine Müslümanların muradı çağlar ve bölgeler üzeri bir anlayışla Allah'ın hükümlerini tesis etmek, şeriat nizamını uygulamaktır. Türkiye özelinde de diğer bölgelerde de "gericilik" ifadesiyle iki ana dönem tahkir edilmektedir. Bunlardan ilki Osmanlı Devleti (yahut onun asrında var olan diğer devletler) dönemi ikincisi ise bizatihi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ve hulefa-i raşidin devridir. Demokratik düzeni savunanlar, bu iki tarihi dönemi eleştirmekle kalmamakta, aşağılamakta ve geri kalmakla suçlamaktadır. İki tarihi dönem kıyaslanırken, yapılacak kıyaslama her iki dönemi de tarihin ve teknolojik düzeyin etkisinden soyutlayarak, kendi içlerinde yapılmalıdır. Bu açıdan hem İslam coğrafyası hem de bugünkü Batı dikkate alındığı zaman, birçok farklı yönden Osmanlı Devleti'nin de İslam Devleti'nin de oldukça gelişmiş bir vaziyette olduğu görülecektir. Askeri, siyasi, ahlaki, irfani, bilimsel, ticari vesaire tüm yönlerden İslam coğrafyası, bu dönemlerde dünyanın merkezi konumundaydı. İslam orduları birçok bölgede ilerliyor, kontrol altına alınan bölgelerde büyük bilimsel gelişmeler kaydediliyor ve her bölge içerisinde bir beşeri merkez halini alıyordu. İslam'ın ilk asırlarında kaydedilen bilimsel ilerleme, Batı'nın daha sonra yapacağı ilerleyişe de temel teşkil edecekti. Endülüs başta olmak üzere İslam coğrafyası dünyanın dört bir yanından öğrencilere ve ilim öğrenmek isteyenlere kucak açtı. Büyük şehirler, yollar, belediyecilik imkanları oluşturuldu. Kapsamlı araştırmalar yapıldı, dünyanın şahit olmadığı büyüklükte kütüphaneler tesis edildi. Dünyadaki birçok farklı kültüre ait eserler tercüme edilirken, yüz binlerce cilt eser yazıldı. Bugün ise tüm bu dönemler "geri" parantezine alınarak tahkir edilmek isteniyor, bu geçmişi öven insanlara "gerici" deniliyor. Tüm bu gelişmişliğe ve beşeri düzeye rağmen, İslam'ın bu yüzyıllarına olan hasrete "gericilik" demenin altında yatan kin, haset ve düşmanlığı görmemek oldukça güçtür. Yaklaşık 2 asırdır, her toplumun başına gelebilecek kısa bir gerileme ve işgal sürecinden geçtiği için, Müslümanların geçmişi de bugünüyle beraber entelektüel olarak mahkum edilmek istenmektedir. Bu ne tarihi ne de bilimsel yaklaşıma uygundur. Bilakis, bu tavırla yapılmak istenen doğrudan Müslümanları hedef almak, onları mücadeleden vazgeçirmek ve kendi özlerinden onları tiksindirmektir. Ki, Müslümanların yaşadığı ülkelerin eğitim sistemlerinde de tezahür eden bu tavrın başarıya ulaştığı, Müslüman nesillerin bu "gerici" söylemine eşlik etmesinden bellidir. Oysa bizim "geri"mizde, yani geçmişimizde utanılacak bir düzeysizlik, başarısızlık, onursuzluk yoktur. Bilakis İslam'ın ve Müslümanların geçmişi bir iftihar vesilesidir. Müslümanlar tarih boyunca Romalıların, Perslerin, Moğolların, Haçlıların, İngilizlerin, Rusların, Çinlilerin, Japonların, Almanların, Amerikalıların elde edebildiğinden çok daha fazla toprağı yaklaşık 1.5 asırlık zaman diliminde ele geçirmiş, 14 asır geçmesine rağmen bu bölgelerde kalıcı olmuşlardır. Yukarıda saydığımız azgın küfür topluluklarının aksine kontrol altına aldıkları bölgeleri talan etmemiş, insanlarını soykırıma uğratmamış, bilakis bu bölgeleri madden de manen de imar etmişlerdir. Tarih boyunca, ele geçirdikleri toprakların insanlarının düzeyini yükselten, onları ilimde, irfanda, teknikte, fikirde ileriye taşıyan kaç topluluk vardır? İslam tarihinin ilim, teknik, askeriye ve diğer alanlarda önder şahsiyetleri birçok farklı millete mensuptur. İslam'ın genişlediği coğrafyalar, İslam'ın şan ve şerefinin bir parçası olmuştur. Bugün ise "ilerici", "ilerlemeci", "medeni" Batı'nın yaptıkları ortadadır. İlerici Batı'nın işgal ettiği topraklarda halen bebekler nükleer serpintiler sebebiyle özürlü doğmaktadır. İşte mevcut demokratik ve ilerici dünya düzeninin "ileri" algısı budur. Onları ilgilendiren sadece "insan" olarak niteledikleri kendi toplumlarıdır. Kendilerinden başka kimseyi umursamazlar. Bu durum, katliamcı Batı'nın amiral gemilerinden Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın bir açıklamasında gayet net şekilde vurgulanmıştı. Mitterrand, Fransa'nın mimarı olduğu Ruanda Soykırımı için "O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil." ifadesini kullanmıştı. Benzer bir şekilde, Fransız edebiyatçı ve siyasetçi Victor Hugo'nun da şöyle söylediği rivayet edilir: "Paris'te bir adamın boğazı kesilirse bu bir cinayettir. Doğu'da 50 bin kişi öldürülürse, bu (sadece) bir meseledir." İşte insancıl ve ilerlemeci Batı'dan asırlardır sadır olan görüş budur ki zaten bu görüş paralelinde Batılı güçler Amerika'dan Asya'ya, Afrika'dan İslam alemine kadar yüzlerce milyon insanı bu çarpık anlayışla katletmişlerdir. Bu çürük "ilerici" zihniyet karşısında, bir de bunların "gerici" olarak yaftaladığı İslam şeriatına bakalım. Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." (İsra Suresi, 33'üncü ayet) Ve şöyle buyuruyor: "Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisa Suresi, 93'üncü ayet) Ve şöyle buyuruyor: "İşte bundan dolayı İsrâiloğulları'na şöyle yazmıştık: 'Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.' Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler." (Maide Suresi, 32'nci ayet) Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de birçok hadisinde savaşlarda kadın ve çocukların öldürülmesini kesinlikle yasaklamış (müttefekun aleyh), bir köleye işkence eden hür bir kişiye bile kısas uygulanmasına hükmetmiş (müttefekun aleyh), bir kadının karnındayken öldürülen bir cenin için dahi katile ceza vermiştir (müttefekun aleyh). Ancak, 14 asır evvel öldürülen bir cenin hakkında dahi oldukça hassas olan bir şeriata "gerici" yakıştırması yapanlar, 21'inci yüzyılda insanları topluca katleden bir "demokrasi" düzenine "ilerici" diyebilmektedir. Meseleyi manipülasyon ve aldatmaca temelinde değerlendirirsek "geri" ve "ileri" birbirine karışacaktır. Oysa konuyu iki düzeni de ortaya çıkaran anlayışı tahlil edip anlayarak değerlendirmemiz gerekir. Bilhassa manipülasyonun, işgalin ve zilletin zirveye çıktığı bu çağa bakarak, kendisini İslam'a nispet eden ancak Batılılara uşaklık edenlere bakarak, İslam ile oyun oynar gibi oynayan demokratlara bakarak İslam'ı yargılamak ahlaki olmadığı gibi bilimsel de değildir. Muhammed Eyyub
2 ay önce
beyazminare
BİR PAKİSTAN HİNDİSTAN KARŞILAŞTIRMASI
بِسْــــــــــــــــــــــمِ ﷲِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم أَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلامُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَصَحْبِةٍ أَجْمَعِين . Kendilerine saldıran, istila eden, beşeri kanunlarla ve tağuti yönetimlerle yönetilen her ülkeye karşı cihad farzdır. Müslüman olan her taife, kendilerine yakın olan kâfirlerden, müşriklerden ve farklı görünümleri olmakla birlikte mürtetlerden olan Allah düşmanlarına karşı savaşmalıdır. Allahu teala şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar. Bilin ki Allah muhakkak takva sahipleriyle beraberdir.” Acayip olan, Pakistan tağuti istihbaratı ISI’ın kurmuş olduğu Leşker Taybe (aslında Leşker Habise/Şeytan ordusu) gibi kurumların mücahid adlarıyla kendilerinden uzak olan Keşmir ve Afganistan gibi yerlerde istihbaratlarının emirleriyle savaşıp kendilerine yakın olan İslamabat tağutlarını terk etmeleridir. Bu kimseler, Keşmir’de İslam ve cihad adına Pakistan tağutlarının çıkarları için savaşmaktadırlar. İslam ve cihad isimlerini istismar edip adlarını davet cemaatleri vb. isimlerle değiştirmişlerdir. Yakınlarında olan mürted ve tağutları bıraktıkları gibi onlara karşı yumuşak davranıp çıkarlarına olan emirlerini yerlerine getirmektedirler. Oysaki Allahu teala onlara karşı savaşılmasını emretmektedir. Önce İslamabat’ı fethetsinler sonra Keşmir’e gitsinler. Zira Keşmir yolu İslamabat’tan geçmektedir. Gelin birlikte adaletli bir şekilde bir Hindistan Pakistan karşılaştırması yapalım: İngiliz kanunları ve tağut nizamları, hem Hindistan hemde Pakistan’da tatbik edilmektedir. Şu var ki, Pakistan Müslümanlara ve İslam’a karşı Hindistan’dan daha şiddetlidir.Eğer birisi ‘Pakistan’da mescidler, medreseler ve Müslümanların çoğunlukta olması gibi bazı İslami şiarlar bulunduğunu’ söylerse; buna karşı, tüm bunlar Hindistan’da daha fazladır. Çünkü Müslüman, Hristiyan, Hindu, Kadiyani, Pervezi, komünist, laik ve diğerleri dâhil tüm Pakistan’ın nüfusu 180 milyondur. Hindistan’da yaşayan Müslüman nüfus ise 300 milyondur. Hindistan’da bulunan medreseler, mescidler, âlimler, kütüphaneler, İslami akımlar Pakistan’dakinden daha fazla ve daha iyidir.Tüm bu İslami şiarlarla birlikte Hindistan İslam yurdu olamayacağına göre, Pakistan’ın durumu nasıl olacaktır, nasıl bir İslam devleti olabilecektir? ‘Pakistan örgütleri Hindistan parlamentosunu ve otellerini patlatıyor…’Peki bunların yanında hiç Hindistan uçaklarının Müslümanların mescidlerini, medreselerini veya suçsuz insanların evlerini yıktıklarını işittiniz mi?Pakistan tağutları ve mürted askerleri ise, Pakistan’da mescid ve şer’i medreseleri yıkmışlardır. Kabile bölgelerinde binlerce evi bozmuşlar, binlerce masum insanı katletmiş, binlerce kuran ve İslami kitap yakmıştır ve tüm bunları vahşi bombardımanlarında gerçekleştirmişlerdir. Hindistan ne Müslümanlardan birisini Amerika’ya teslim etmiş nede birisini Guantanamo’daki Amerikan hapishanelerine göndermiştir. Pakistan ise binlerce suçsuz insanı Amerika’ya satmış, Arap, Özbek ve diğerlerinden birçok aileyi Amerika’ya teslim etmiştir. Olanları kendi gözlerimizle gördük. Pakistan havaalanında erkek ve kadınların elbiselerini çıkarmış, erkeklerin saçlarını, sakallarını ve kaşlarını kesmiş, kadınların ise saçlarını ve kaşlarını kesmişlerdi. Tam bir şiddet ve vahşilikle kelepçe ve prangalarla tutuklayıp erkek ve kadınlardan her bir kişiyi beş bin Amerikan doları karşılığında Pakistan havaalanındaki bir tağut satmıştır. Müslüman bacılardan, Pakistan istihbaratının karanlık zindanlarında ceninlerini düşürenler olmuştur. Diğer bazıları zorla tecavüzden hamile kalmıştır. Kardeşlerden birisinin anlattığına göre, hamile bir Arap bacının Pakistan istihbaratı zindanlarına düşmesinden sonra İslamabat havaalanında Amerikalılara teslim edilmiştir. Bacı yolda Amerikan uçağında, şiddetli korkudan karnındaki çocuğunu düşürmüştür. Hindistan hapishanelerinde İslam suçundan yatan kimse bulunmamaktadır. Pakistan zindanlarında ise İslam, cihad ve Taliban adıyla binlerce suçsuz erkek ve kadın yatmaktadır. Bu kimseler, ISI’nın gizli hapishanelerinde en şiddetli işkencelere maruz kalıyor, işkenceler altında öldürülüyor ve sonra sokaklara bırakılıyorlar. İffetli Müslüman kadınlar kaçırılıp zindanlarda her türlü çirkinliklere maruz bırakılıyor.Pakistan tağutları İslamabat’ta Hafsa medresesini (Lal mescidini) yıkmış Kuran hafızı olan kız ve erkekleri fosfor bombaları ile yakmıştır. Kuranları yakmışlar, öldürmüşler ve yıkmışlardır. Sonra ümmetin iffetli kızlarını ve Kuran hafızlarını alıp karanlık zindanlarına atmış ve onları Amerikalı ve Avrupalılara satmışlardır. Onların haberleriyle ilgili olarak, Amerika, İngiltere ve diğer ülkelerde genel evlerinde sunuldukları haberleri gelmektedir. Feridiye üniversitesi öğrencilerini tutuklayıp bacıları önünde elbiselerini çıkarmış ve yine onlar önünde cinsel organlarını kesmişlerdir. Pakistan istihbaratı ISI gizli hapishaneleri iffetli kadınlara yapılan tecavüz, işkence ve vahşiliklerle doludur. Her türlü çirkin fiillerine maruz kalmaktadırlar. Hiç Hindistan hakkında Pakistan tağutlarının yaptıklarını işittiniz mi? Pakistan, havalimanlarını Amerikalılara teslim etmiş ve onlarda oradan Afganistan’a saldırmışlardır. 75 binin üzerinde vahşi hava saldırılarında bulunularak Afganistan emirliğinin düşürülmesine, masum insanların öldürülmelerine, mescid ve evlerin yıkılmasına ve Afganistan’ın istilasına neden olmuşlardır. Pakistan’ın bu ümmete, bu kanlara, ırzlara, haremlere ve mülklere yaptığı bu pislik ve küfür oyunlarını Hindistan yapmamıştır. Pakistan havalimanlarından Afganistan’a yapılan Amerikan saldırıları başladığında, Pakistan istihbaratı ISI, Leşker Taybe, Pakistan davet cemaati, Afganistan davet cemaati vb. uşaklarını işe koymuş ve onlarda Pakistan yollarında pusulara yatmışlardır. Arap, Özbek ve diğerlerinden birçok masum erkek ve kadını sığınma adı altında alıp istihbarata ait özel misafirhanelerde barındırıp yedirmişlerdir. Sonra da birer birer Amerikalılara satmışlardır. Herkes kıymetine göre… Yine Leşker Taybe, Ebu Zubeyde, Halid Eş-Şeyh ve diğerlerini Amerikalılara teslim etmiştir. Guantanamo’daki birçok kardeş bana, Leşker Taybe ve Davet cemaatinin ISI yoluyla Amerikalılara 62’nin üzerine erkek ve kadın sattıklarını söylediler. Afgan davet cemaati ise Amerikan ve uşaklarına yüzlercesini satmış ve en basit bir Müslümanın bile hayâ edeceği şeyleri tam bir küstahlık ve hakaretle yapmışlardır. Tüm bu olanlar, Pakistan istihbaratı, ordusu ve polisi maiyetinde olmaktaydı. Hindistan ise bu zamana kadar böyle bir şey yapmamıştır.Mürted Pakistan ordusu, habis istihbaratları ve mürted hükümeti, Müslümanlar aleyhine casusluk yapmakta ve Amerikan casus uçalarına hedefler vermektedirler. Bu habis casuslukları sebebiyle nice medrese ve mescidler yıkılmış, evler dağıtılmış, kanlar akıtılmış ve nice namuslar kirletilmiştir. Hindistan ise bunlardan birisini yapmamıştır.Pakistan on bin dolar karşılığında Emil Cansi’yi Amerikalılara teslim ettiğinde Amerikan parlamento üyelerinden birisi şunları söyledi: “Bu çok büyük bir hatadır. Çünkü Pakistanlılar annelerini bile beş dolar karşılığında satarken siz onlara on milyon dolar verdiniz!” Bu, mürted Pakistan yöneticilerinin siyasetiyle olmuştur. Zira onları yalnızca hayvani şehvetleri ve şeytani arzuları ilgilendirmektedir. Hindistan ise böyle bir davranışta bulunmamıştır.Mürted Pakistan yöneticileri İslam düşmanlarını dost edinmelerinin yanında, sahip oldukları tüm hile ve entrikalarla Müslümanlara düşmanlıklarda bulunmaktadırlar. Bunların detayları özel bir kitapta ele alınacaktır. Afganistan’da kanun Hanefi fıkhıydı. Hanefi fıkhı, İslam şeriatı fıkhıdır. Hiç kimse içindeki hatalar haricinde onu şeriat dairesinin dışına çıkartamaz. Kadılık makamında bulunan âlim ve kadılara bakılabilir. Bu nizamın bitirilmesi için ne kadar entrikalar düzenleseler de bunu hiç kimse başaramamıştır. Bununla birlikte bizler kendi ülkemizin mürtedlerine karşı savaşmaktayız. Pakistan bel’amlarının torunları ise, onlar bu küfür nizamına altmış seneden fazla bir süreden beri alışagelmişlerdir. Artık bu sistemi benimsemiş, onu savunur hale gelmiş, uygulamalarında onlara iştirak etmiş ve bunun karşısında hiçbir hassasiyet hissetmez hale gelmişlerdir. İngiliz beşeri kanunlarını uygulamalarından, Allah düşmanlarına dostluklarından, Allah dostlarına düşmanlıklarından, mescidleri, medreseleri, masum insanların evlerini yıkmalarından, Amerikan ve İngilizleri razı etmek için Müslümanları öldürmelerinden, evrensel küfür birliğini desteklemelerinden ve daha başka nedenlerden ötürü Pakistan ordusu, idaresi, rejimi, istihbaratı ve resmi daireleri mürteddir. Hindistan ise asli kâfirlerdendir. Mürtetlere karşı yapılan savaş, asli kâfirlere karşı yapılan savaştan önce gelir. Lakin belamın torunları bu mürtetlere karşı savaşılmayacağı fetvasını vermektedirler! Keşmir, Hindistan vb. yerlerde savaşma adına, İslam’a ve Müslümanlara karşı diğer kâfirlerden daha şiddetli olan önlerindeki Allah düşmanlarını bırakmaktadırlar. Oysaki İslamabat hepsinden öncedir. Çünkü orası mürtedler tarafından işgal edilmiştir ve kendilerine daha yakındır.İbn Kudame (rahimehullah) şöyle der: “Her topluluk kendisine yakın olan düşmana karşı savaşır. Bunda asıl olan Allahu teala’nın şu buyruğudur: “Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın.” Zira yakın olanın zararı daha fazladır. ”İslamabat mürtedlerine karşı savaşılması, Hindistan kâfirlerine karşı savaşılmasından daha önceliklidir. İslamabat’a karşı savaşın, sonra Hindistan ve diğer yerlere gidin. Çünkü mürtedin küfrü daha şiddetli ve zararı daha fazladır. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Sünnet, birçok yönden mürtedin cezasının asli kâfirden daha büyük olduğunu belirtmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir: Mürted her halükarda öldürülür, cizyeye bağlanmaz ve zimmet ehli de olamaz. Asli kâfir ise böyle değildir.Mürted, savaştan aciz olsa da öldürülür. Savaş ehlinden olmayan asli kâfir ise bundan farklıdır. Bunlar, Ebu Hanife, Malik ve Ahmed gibi ekseri âlimlerin yanında öldürülmezler. Bununla birlikte Malik, Şafii ve Ahmed gibi cumhurun mezhebi, mürtedin öldürülmesidir.Mürted miras alamaz, onunla evlenilmez ve kestiği yenilmez. Asli kâfir ise bundan farklıdır. Yine bunların dışında birçok hükümler bulunmaktadır. Dinin aslından riddet, dinin aslına olan küfürden daha şiddetli olduğuna göre, onun şeriatlarından riddet, onun şeriatlarına karşı çıkmaktan daha büyüktür. Bundan dolayı her mümin tatarların halini bilmektedir. Yine onların arasında bulunan fars, Arap ve diğerlerinden olan mürtedlerin Türklerden ve diğerlerinden olan asli kâfirlerden daha şerli olduğunu da bilir. Tatarlar, dinin birçok şeriatını terk etmekle birlikte kelimeyi şehadeti söylemelerinden sonra, fars, Arap ve diğer mürtetlerden daha hayırlıdırlar. Bununla, onlarla birlikte olan Müslüman asıllıların, aslen kâfir olan Türklerden daha şerli olduğu bilinmektedir. Aslen Müslüman olan birisi, İslam’ın bazı şeriatlarından irtidat ettiğinde, bu şeriatlarının hiçbirisini kabul etmemiş olan kimseden daha kötü bir durumdadır. Bunun örneği, Ebu Bekir Es-Sıddık’ın savaştığı zekât vermeyenler ve benzerleridir. Bazı İslam şeriatlarından irtidat eden mürted, bir fakih, mutasavvıf, tacir, yazar veya başka birisi olsun- bu şeriatları daha önce hiç kabul etmeyen Türklerden daha şerlidir. Bu nedenle Müslümanlar, bu kimselerin dine verdikleri zararın diğerlerinin verdiği zarardan daha fazla olduğunu görmektedirler.” Muslim Dost El-Afgani Mütercim: Muhammed Atta
2 ay önce
beyazminare
Geceyi İbadet İle İhya Etmek !
بِسْــــــــــــــــــــــمِ ﷲِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم أَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلامُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَصَحْبِةٍ أَجْمَعِين . Allah Teâlâ bazı kullarına, kalplerini temizleyip arındıran, nefislerini şereflendiren, göğüslerini nurlandıran, yaşamlarını güzelleştiren çok üstün ameller nasip ederek ayrıcalık vermiştir. Ayrıca onlara hak yolu göstererek, mutluluğun sebeplerini kolaylaştırarak, yalnızlıklarında ve gecelerinde kendisineyalvararak ibadet etmenin lezzetini nasip ederek ayrıcalık vermiştir. Onlar karanlık üzerlerine çöktüğü zaman Secdelerle ve kıyamlarla gecelerler İffetlerinden, boş midelerle zayıflayan Helalden başka yiyecek bilmezler. Sâbit el-Bennânî (rahimehullah) “Kalbime gece ibadetinden daha lezzetli gelen bir ibadet bilmiyorum.”, Süfyan (rahimehullah) “Gece geldiğinde seviniyor, gündüz geldiğindeyse üzülüyorum.”2, Ebû Süleyman edDârânî (rahimehullah) “İtaat ehli gecelerinden, eğlence düşkünlerinin eğlencelerinden daha fazla haz alırlar. Eğer gece olmasaydı dünyada kalmayı istemezdim.”demişlerdir. Kullarını, kimseye bahşetmediği bu nimetle şereflendiren Allah ne yücedir. Onlar bu nimet vesilesiyle saadeti elde etmişler ve kurtuluş yoluna sımsıkı sarılmışlardır. Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine bahşeder. Bazıları şöyle demiştir: “Dünyanın miskinleri, en güzel nimeti tatmadan dünyadan ayrılanlardır.Denildi ki, “En güzel nimeti nedir?” Şöyle demiştir:“Allah Teâlâ’nın sevgisi, O’nu tanımak ve O’nu zikretmektir.”4 Bir başkası, “Bazı zamanlarım var, eğer cennet ehli bu anları yaşıyorsa, onlar güzel bir yaşamın içindedirler diyorum.” Şeyhu’l İslâm İbn Teymiye (rahimehullah) da şöyle demiştir: “Dünyadaki cennete girmeyen, ahiretteki cennete de giremez.”5 Gece ibadetinin insan kalbine hayat verip onu genişletmesi, insanı onurlandırması, nefsin heva hevesleriyle cihad etmesi vs. faziletleri burada zikredilemeyecek kadar çoktur. Zaten bu risalenin gayesi Kitap, Sünnet ve Selef ’ten gelen rivayetlerde belirtilen faziletleri zikretmek değildir. Aksine bu ibadetin delillerinin sahihinizayıfını ve bu delillerden istinbat edilen hükümleri belirtmektir. İlim, ancak şeriatın maksatlarını ve sırlarını anlayıp, ilmin vesilelerini bu maksat ve gayelere bağlamak için çaba harcayıpdelile bina edilmiş sahih fıkıhla ve düşünceleri taklit çukurundan ve taassup bağlarından kurtararak artar ve meyve verir. Delile dayanmayan bir görüş, akıllara yük, içtihat yoluna set, kapısına kilit ve Müslümanları sınırlandırıp akıllarını küçümsemektir ki bu şeriatın ve aklınonaylamayacağı bir şeydir. Bunu savunan kişi ilimden uzak olduğu gibi ona âlim de denmez. İmam İbn Abdilber, mukallidin ilim ehlinden sayılmayacağı hususunda âlimler arasında ittifak olduğunu söyler.İlim ise, hakkı deliliyle bilmektir ve bu da hakkında ihtilafın olmadığı bir hakikattir. 6 İmamlar her çağda kör taklidin zararlarını, insanlar üzerindeki kötü etkilerini ve neden olduğu yanlış fetvaları açıklamış-lardır.Kitap ve Sünnet’e aykırı hüküm ve fetva veren, kitap ve sünneti terk edip de insanlar için kendi görüşünü veya imamının görüşünü tercih edenlere kabir-de olanların alt üst edileceği ve göğüslerde olanların da açığa çıkartılacağı gün yazıklar olsun! Allah’a yemin olsun ki bu, uğruna Kur’an ve Sünnet’in terk edilip kişisel görüşlerin türediği büyük bir fitne ve musibettir. Bu, boyutları ve hedefleriyle büyük bir mesele olup bu risaleye sığması mümkün olmayan bir şerhe muhtaçtır.. Bütünü idrak edilmeyen bir şeyin bütünü de terk edilmediği kaidesinden dolayı, bu anlatılanlar ihtiyacın sebep olduğu nüktelerdir. Bu kitap, özellikle dört mezhep imamları başta olmak üzere ilim ehlinin bu konudaki görüşlerine yer verdiğim ve aralarından delilin ağır bastığını tercih ettiğim, bilinmeyen birçok meseleye dikkat çektiğim ve hakkında sahih delil olmayanlarını da açıkladığım bir muhtasardır. Şeyh Süleyman El Ulvan ( Allah Azze ve Celle esaret bağını çözsün)
3 ay önce
beyazminare
Somali’de işgalin yeni ismi AUSSOM
Afrika Birliği, 2024 yılının ardından Somali'de kalmaya devam edeceklerini açıkladı. Somali'de bu yılın sonunda görev süresi sona erecek olan Afrika Birliği güçleri, 2024 yılı sonrasında da ülkede kalmaya devam edeceklerini açıkladı. Afrika Birliği'nden yapılan açıklamada, Afrika Birliği Somali Geçiş Misyonu'nun (ATMIS) yerini Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu'nun (AUSSOM) alacağı kaydedildi. AUSSOM Ocak 2025 tarihinden itibaren Somali'de faaliyet göstermeye başlayacak. Afrika Birliği'nden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: "Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi, 1 Ağustos 2024 tarihindeki 1225. toplantısında, Geçiş Misyonu'ndan (ATMIS) Destek ve İstikrar Misyonu'na (AUSSOM) geçişi takiben operasyon konseptini kabul etti. Konsey, Somali'nin güvenlik ve siyasi ortamındaki ilerlemeyi vurgularken Eş Şebab'ın süregelen tehdidini kınadı, ATMIS personelinin fedakarlıklarını takdir etti, AUSSOM için stratejik operasyon konseptlerini onayladı, güçlendirilmiş uluslararası ortaklıklar ve sürdürülebilir finansman çağrısında bulundu. Yumuşak bir geçişin, Somali güvenlik güçleri için kapasite geliştirmenin ve sağlam kuvvet koruma tedbirleri sağlamanın öneminin altını çizdi." Yeni misyonun Birleşmiş Milletler tarafından da onaylandığı belirtildi. ATMIS, Afrika Birliği Somali Misyonu'nun (AMISOM) görev süresinin bitmesiyle 31 Mart 2022 tarihi itibarıyla göreve başlamıştı. ATMIS'e bağlı güçlerin normal şartlar altında aşamalı olarak geri çekilmesi ve 31 Aralık 2024 tarihine kadar tüm birliklerini Somali'den çekmesi gerekiyordu. Böylece 31 Aralık sonrasında da ülkede yabancı güçlerin varlığının süreceği kesinleşmiş oldu. Ancak yabancı güçlerin artık askeri operasyonlarda neredeyse hiç yer almayacağı ve büyük ölçüde Mogadişu yönetimi güçlerinin eğitimiyle ilgileneceği belirtiliyor.
3 ay önce
beyazminare
Bangladeş’te geçiş sürecinin başbakanı belli oldu
Bangladeş'te Başbakan Şeyh Hasina'nın devrilmesinin ardından geçiş sürecine liderlik edecek isim belli oldu. 84 yaşındaki Bangladeşli ekonomist ve bankacı Muhammed Yunus, sürecin başına geçmek üzere ülkesine döndü. Fransa'nın başkenti Paris'ten BAE aktarmalı bir uçuşla Bangladeş'in başkenti Dakka'ya gelen Yunus sükunet çağrısında bulundu ve halkı "bu fırsatı daha iyi bir ulus inşa etmek için kullanmaya" davet etti: "İkinci zafer günümüzü mümkün kılan cesur öğrencileri ve onlara tam destek veren halkımızı kutluyorum. Yeni zaferimizi en iyi şekilde değerlendirelim. Hatalarımız yüzünden bunun elimizden kayıp gitmesine izin vermeyelim." Yunus ayrıca "birkaç ay içinde seçimlerin yapılmasını istediğini" söyledi. Yunus, Ocak ayında Hasina yönetiminin kendisine yönelik suçlamaları sonrasında yırt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. 1940 yılında bugünkü Bangladeş topraklarında doğan Muhammed Yunus varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yetişti. Üniversite eğitimini bankacılık alanında ülkesinde aldıktan sonra ABD'ye gitti ve eğitimine burada devam etti. Eğitiminin ardından da ABD'de kalarak çalışmalarına devam etti. Bankacılık ve girişimcilik yapan Yunus, 1970'lerde Bangladeş'in Pakistan'dan bağımsızlık hareketine ABD'den destek verdi. Zengin bir iş adamı olan Yunus, 2006 yılında bankacılık alanındaki faaliyetleri sebebiyle "sosyal ve ekonomik alandaki gelişmelere katkıda bulunduğu" gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü aldı. Batı dünyasında bağlantılara sahip olan Yunus, iş hayatının yanı sıra sosyal ve siyasi alandaki çalışmalarıyla da tanınıyordu.
3 ay önce
beyazminare
Bangladeş’ten Mısır’a: İslami hareketler enkaz devralmamalı
  Düşünür Jacques Mallet du Pan'in sevdiğim bir sözü var. Şöyle söylüyor: "Özü bakımından ihtilal iktidarın el değiştirmesidir. İktidar devleti koruma gücünü veya kendini koruma cesaretini kaybetmişse ihtilal kopar." İslam coğrafyalarında, onlarca yıldır kendilerini küresel küfür güçlerinin de desteğiyle tahkim eden rejimler bulunuyor. Bu rejimler özellikle son 15 senedir geniş kapsamlı halk hareketlerinin tepkileriyle karşı karşıya. Halk hareketleri bu rejimleri zaman zaman çıkmazda bırakabiliyor. Bangladeş'te son günlerde yaşanan da tam olarak böyle bir gelişmeydi. Devrilen Başbakan Hasina, yalnızca 15 yıldır ülkeyi baskıyla yöneten bir diktatör değildi. Aynı zamanda Bangladeş'teki müesses nizamın temsilcisi olan kurucu zihniyetin de siyasi varisiydi. Eylemlerde Bangladeş'in kurucu lideri Muciburrahman'ın heykellerinin yıkılması da bunun bir göstergesi. Nihayetinde Hasina'nın iktidarının artık süremeyeceği anlaşıldı ve Bangladeş ordusunun kararıyla sürgüne gönderildi, hükümeti de yıkıldı. Şimdi ordunun aracılığında yeni hükümet kurma sürecine girildi. Bu süreçte İslami ve gayri İslami güçler şüphesiz yer alacak. Bu noktada şunu vurgulamak gerekiyor: İslam alemindeki müesses rejimlerin yıkılması çok büyük bir iş, daha doğrusu vazifedir. Bu vazife için büyük çaplı organizasyonlar ve uzun yıllar gerekir. Örneğin Afganistan'da bu vazifenin 1970'lerden 2021'e kadar, yani 50 yıldan uzun sürdüğü akılda tutulmalıdır. Mevzubahis rejimler, kendilerine yönelik tehditleri bertaraf etme ve karşı devrimci hamleler üretme konusunda da uzmandır. Bilhassa bu rejimlerin kendilerini kuran ve hayatta tutan küresel sistemle bağlantısı göz önüne alındığında, devrim hareketleri zor durumda kalacaktır. Bu rejimler, kendilerini ayakta tutan belirli sütunlar üzerine kuruludur ki bunların en büyüğü şüphesiz silahlı kuvvetlerdir. Ardından sermaye ve üretim odakları, medya ve kültür teşkilatlanmaları, kolluk güçleri ve devletin diğer organları gelir. Bangladeş'te de mevcut rejim bu güçlerle ayakta duruyor ve Hasina'nın devrilmesi rejimin devrilmesi anlamına gelmiyor. Bilakis rejim, kendisini değiştirmek yahut ıslah etmek isteyen güçlerin karşısında durmaya devam ediyor. Olayların ardından, Bangladeş'teki İslami kesimlere mensup halk kitlelerinin sosyal medyadaki müzakerelerine göz gezdirme fırsatı buldum. Müslümanların, İslami kesimlerin yönetimi ele alması, hükümeti oluşturması gibi taleplerde bulunduklarını gördüm. Aklıma 2011 sonrasında Mısır'da yaşananlar geldi. Mısır'da da Hüsnü Mübarek'in devrilmesinin ardından Müslüman Kardeşler'in başını çektiği İslami hareketler iktidara gelmişti. Ancak bu süreçte gözden kaçan bir şey yaşandı: Mısır'daki rejimin neredeyse 100 yıllık sorunlarının tamamı İslami kesimlerin iktidarının omuzlarına bırakıldı. Mısır'daki enkazın sorumluluğu sadece İslami hareketlerin üzerine yüklendi. Bu enkazda hiçbir dahli olmasa da İslami kesimler günah keçisi ilan edildi. Bilhassa ekonomik ve sosyal problemlerin tamamı İslami kesimin üzerine kaldı. Şüphesiz bu, Mısır'daki rejimin koruyucu gücü olan Mısır ordusunun bilgisi dahilinde oluyordu. Nihayetinde rejim ve ordu, Müslüman Kardeşler iktidarına karşı yeni sokak olayları başlattı ve sonunda bir darbe gerçekleştirerek karşı devrimi tamamlamış oldu. 10 yıldır Mısır her açıdan daha da kötüye gidiyor. "Siyasi iktidarı ele geçirmekle ülkede hakim güç olunamaz" Elbette burada yazdıklarımdan, halk hareketlerinin ve devrimlerin olumsuz, istenmeyen şeyler olduğu anlamı çıkarılmamalı. Kast etmeye çalıştığım şey, İslami hareketlerin, rejimlerin yol açtığı enkazları devralma hususunda bu kadar istekli olmaması. Maalesef İslami hareketlerde bugün var olan bir yanılgı, siyasi iktidarı elde etmenin kendilerini hakim güç yapacağı yönünde. Oysa siyasi iktidar, iktidarın çok küçük bir parçası. Bu nedenle İslami hareketlerin, rejimlerin kendilerine yönelik hamlelerini bertaraf edecek düzeyde güç ve imkana sahip olmadan bu tarz yüklerin altına girmemesi gerekiyor. İslami hareketlerin rejimlerle uzlaşmaması, onların kendilerine sunduğu boşlukları doldurma konusunda bu kadar heyecanlı olmaması icap ediyor. Bugün Bangladeş'te de bu risk mevcut. Ülkenin tüm sorunlarının İslami hareketlerin içerisinde yer alacağı geçiş hükümetine yüklenmesi, ardından ordunun bu hükümeti de Hasina gibi bertaraf etmesi gibi bir ihtimal bulunuyor. Bu ihtimal de İslami hareketlerin kazanımlarını ellerinden alacak, büyük bir tehlike barındırıyor. İslami hareketler kendilerine gerçek gücü ve gerçek iktidarı kazandıracak süreçler içerisinde yer almalı. Sokakları, sosyal hayatı, medyayı, sermayeyi ve diğer iktidar erklerini elde etmeli. İslami daire içerisinde kalmalı ve laik rejimlerin bir parçası olmamalı. Sahip olduğu güç ve imkanlarla stratejik davranarak devrimleri uzun süreçlere yaymalı. Bu Mısır'da da böyleydi, Bangladeş'te de böyle. İslami hareketlere enkaz bırakmak, İslam alemindeki rejimlerin en büyük karşı devrimci stratejilerinden biri. İslami hareketler gerçek güç kaynaklarını elde etmeli ve rejimlerin kendilerine kurduğu tuzaklara düşmemeli. Aksi takdirde yalnızca iki ihtimal söz konusu olabiliyor: - Geçici bir süre iktidar olarak rejim tarafından devrilmek ve tüm kazanımlarını kaybetmek. - Uzun bir süre iktidar olarak rejim tarafından dejenere edilmek ve tüm değerlerini kaybetmek. Allah azze ve celle'nin Bangladeş'teki kardeşlerimize zalimler aleyhinde bir yol açması niyazıyla. Mahmut Cemil İnce
3 ay önce
AFGANİSTAN
Afganistan İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Abdulmetin Kani yerel bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada ülkedeki polis gücü sayısının 250 bine ulaştığını söyledi. Kani, yaklaşık iki bin kadın polis memurunun da İçişleri Bakanlığı bünyesinde görev yaptığını ve bu rakama dahil olduğunu belirtti. İçişleri Bakanlığı sözcüsüne göre, ihtiyaçlar doğrultusunda bakanlık tarafından ilave polis istihdam edilecek. Kani, erkek polis memurlarının yanı sıra halka hizmet etmek için kadın polis memurlarına da ihtiyaç olduğunu ve kadın polis memurlarının sayısı da ihtiyaca göre artırılacağını kaydetti. "Şu anda ihtiyaca binaen yaklaşık 2 bin kadın polis memuru, asayiş de dahil olmak üzere çeşitli kısımlarda hizmetlerini sürdürmekteler ve ihtiyaç duyuldukça daha fazlası da istihdam edilecek." Afganistan'da polis güçleri kent merkezlerindeki güvenlik ve asayişin sağlanmasında kilit rol üstleniyor. Afganistan Savunma Bakanlığı tarafından geçtiğimiz dönemde yaptığı açıklamada ordu güçlerinin sayısının da 200 bine çıkarılacağını ifade etmişti.

Afganistan İslam Emirliği lideri Ahundzade: 20 yıl boyunca şeriat için savaştık 

1 ay önce Cevzcan eyaletinde yetkililer ve din alimleriyle bir araya gelen Hibetullah Ahundzade, İslam Emirliği'nin ABD ve müttefiklerine karşı şeriatın tatbiki için yirmi yıldır süren savaşını “Farz-ı Ayn” olarak nitelendirdi ve bu savaşın Afganlara değil Amerika'ya karşı olduğunu söyledi. İslam Emirliği lideri söz konusu açıklamasında şu ifadeleri kullandı: "Hedefimiz gaspçılar, zalim kafirler, Amerika ve onların ortaklarıydı. Amacımız Afganları öldürmek değildi. Onlara defalarca ABD ile aralarına mesafe koymalarını ve savaş alanında Amerika ile aramızdan çekilmelerini söyledik" Hibetullah Ahundzade, Afganistan'ın kuzey bölgelerine yaptığı ziyarette 11 vilayeti gezdi ve buralarda ülke vatandaşları arasında birlik ve kardeşlik vurgusunda bulundu. Hibetullah Akhundzade ayrıca şu ifadeleri kullandı: "Düşman Afganistan'a barış ve güvenliğin gelmesini istemiyor. Afganistan'ın her zaman çatışma ve bölünme içinde, kendi etkileri altında olmasını istiyorlar. Siz Afganlar dindar ve cesur insanlarsınız. Ulusal birlik ve anlaşmazlıkların çözümü için pratik adımlar atmalıyız." İslam Emirliği lideri Cevzcan'da yaptığı konuşmanın bir bölümünde Afganistan halkının ülkede İslami bir sistem istediğini ve bugün İslam Emirliği'nin 20 yıllık savaşın ardından yeniden kurulmasıyla şeriat kurallarının yürürlüğe girdiğini söyledi.

Afganistan’da Uyuşturucu ve Alkolle Mücadele Komisyonu kuruldu 

1 ay önce Afganistan İslam Emirliği Siyasi İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı, Uyuşturucu ve Alkolle Mücadele Yüksek Komisyonu'nun ilk toplantısında uluslararası toplumun Afganistan'da uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele konusundaki taahhütlerini yerine getirmesi gerektiğini ifade etti. Başbakan Yardımcısı Mevlevi Abdulkebir, Afganistan'da haşhaş ekimi ve uyuşturucu üretiminin neredeyse sıfıra ulaştığını ve diğer ülkelere bu konuda herhangi bir tehdit oluşturulmadığını belirtti. Mevlevi Abdulkebir, "Üçüncü Doha toplantısında alternatif tarım ürünleriyle ilgili önemli görüşmeler yapıldı ve Afgan çiftçilere ve Afganistan'daki tarım sektörüne yardımcı olmak için verilen taahhütlerin yerine getirileceğini umuyoruz." diye konuştu. Mevlevi Abdulkebir'in açıklamasına göre, Uyuşturucu ve Alkolle Mücadele Yüksek Komisyonu yakında UNAMA ve Kabil'deki bazı büyükelçilerle toplantılar gerçekleştirecek. Uyuşturucu ve Alkolle Mücadele Yüksek Komisyonu'nun ilk toplantısına İslam Emirliği'nin bazı üst düzey isimleri de katıldı. Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanları da uyuşturucu ve alkolle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemini vurguladılar. Afganistan İçişleri Bakanı Siraceddin Hakkani, uluslararası toplumun Afganistan'ın ABD tarafından dondurulan varlıklarının serbest bırakılmasına da yardımcı olması gerektiğini vurguladı. Hakkani, “Eğer başka türlü yardım sağlayamıyorlarsa, en azından Amerikalılar tarafından haksız yere dondurulan Afgan varlıkları konusunun çözülmesiyle ilgili İslam Emirliği ile işbirliği yapmalılar” dedi. Savunma Bakanı vekili Mevlevi Muhammed Yakub Mücahid ise, “Dünya bu konuda büyük ölçüde sessiz kalmakta ve sorumluluğunu yerine getirmemektedir. Onları sorumluluk almaya ve başta çiftçiler olmak üzere Afganları desteklemeye çağırıyoruz.” Halk Sağlığı Bakanı Nur Celal Celali, şu anda ülkede uyuşturucu bağımlılarının rehabilitasyonu için 80 tedavi merkezi bulunduğunu ve yaklaşık 14.000 bağımlının tedavi gördüğünü bildirdi. Celali, "Vilayetlerdeki tedavi merkezlerinin sayısı ve kapasitesi artırılmalı ve bazı sağlık merkezlerinin iyileştirilmesi gerekiyor ancak bunları yapabilmek için gerekli bütçe yok" ifadelerini kullandı. Söz konusu rehabilitasyon merkezlerinde tedavileri tamamlanan 2 bin 500 eski bağımlının tedavilerinin ardından çeşitli meslek alanlarında uzman olduğu belirtildi. Öte yandan İçişleri Bakanlığı Uyuşturucu ve Alkolle Mücadele Müdürlüğü de İslam Emirliği'nin yeniden tesis edildiğinden bu yana geçen üç yıl içerisinde uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasıyla 20.000 şüphelinin gözaltına alındığını, 1.450 uyuşturucu fabrikasının imha edildiğini, 37.000 hektar alanın uyuşturucu ekiminden temizlendiğini ve ülke genelinde 122.000 bağımlının toplandığını gösteren veriler paylaştı. Müdürlüğün istatistiklerine göre, geçmişte ülke genelinde yılda 590.000 kişi uyuşturucu ekimi yapıyor ve her yıl yaklaşık 3 milyar dolar gelir elde ediliyordu.

40 milyonluk Afganistan’da yalnızca 11 bin hüküm giymiş mahkum var 

2 ay önce Afganistan Cezaevleri İdaresi Başkanı Muhammed Yusuf Mestari, idarenin geçen yılki başarılarını özetleyen bir program sırasında yaptığı açıklamada, bu mahkumlardan 1.000'inin kadın, 150'sinin ise çeşitli ülkelerden gelen yabancı uyruklular olduğunu söyledi. Mestari, “Merkezi cezaevlerinde ve ülkenin 33 vilayetindeki cezaevlerinde, haklarında hüküm verilmiş ve mahkeme kararı olan yaklaşık 11.000 hükümlü mahkum var.” diye konuştu. Resmi olmayan verilere göre Afganistan'ın toplam nüfusu 40 milyon civarında. Cezaevleri İdaresi Başkanı, Bagram Cezaevinin yeniden faaliyete geçirilmesi için çalışmaların devam ettiğini de sözlerine ekledi ve şu anda yaklaşık 9.000 Afganistan vatandaşının 12 farklı ülkede tutuklu bulunduğunu ve bunların serbest bırakılması için de çalışmaların devam ettiğini vurguladı. Muhammad Yusuf Mestari ayrıca şunları söyledi: “Komşu ülkeler de dahil olmak üzere 12 ülkede 9.000'e yakın Afgan vatandaşı tutuklu bulunuyor.” Açıklamada ayrıca ülke çapında mahkumlar için eğitim ve mesleki atölyeler kurulduğunu ve 1500'den fazla mahkumun dosyasının, cezalarının durumunun netleştirilmesi için incelenme yapılmak üzere Yüksek Mahkemeye gönderildiğini bildirdi. Bazı vilayetlerde cezaevleriyle ilgili çeşitli sorunları çözdüklerini, bazı vilayetlerde yeni cezaevleri inşa ettiklerini ve bazılarında da mevcut cezaevlerini restore ettiklerini belirttiler. Cezaevi İdaresi Finans ve İdare Müdürü Abdulhadi Ahundzade toplantıda yaptığı açıklamada, “Kunduz vilayetinde mahkemeler ve mahkumlar için ilk blok inşa edildi ve Nangarhar cezaevinde kadınlar için olan bölüm yenilendi" dedi. Cezaevleri İdaresi Başkan Yardımcısı Habibullah Bedir, ülkedeki hiçbir cezaevinde mahkumlara işkence ya da kötü muamelede bulunulmadığını ve bunun aksini kimsenin iddia edemeyeceğini söyledi. Bedir şunları söyledi: “Afganistan genelinde hiç kimse Afgan hapishanelerindeki mahkumların İslam Emirliği güvenlik güçleri tarafından işkence gördüğünü, kötü muameleye maruz kaldığını ya da istismar edildiğini söyleyemez.” Cezaevleri İdaresi Başkanı Muhammed Yusuf Mestari ayrıca İslam Emirliği'nin yeniden iktidara gelmesinin ardından yaklaşık 17.000 mahkumun ülke cezaevlerinden serbest bırakıldığını bildirdi. Afganistan'daki İslami mahkemelerde yargılanmalar İslam hukukuna göre yapılıyor. 40 milyonluk ülkede mahkum sayısının bu kadar az olmasının İslam hukuna göre verilen cezaların caydırıcılığından kaynaklandığı belirtiliyor.

AFRİKA
Afrika Birliği, 2024 yılının ardından Somali'de kalmaya devam edeceklerini açıkladı. Somali'de bu yılın sonunda görev süresi sona erecek olan Afrika Birliği güçleri, 2024 yılı sonrasında da ülkede kalmaya devam edeceklerini açıkladı. Afrika Birliği'nden yapılan açıklamada, Afrika Birliği Somali Geçiş Misyonu'nun (ATMIS) yerini Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu'nun (AUSSOM) alacağı kaydedildi. AUSSOM Ocak 2025 tarihinden itibaren Somali'de faaliyet göstermeye başlayacak. Afrika Birliği'nden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: "Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi, 1 Ağustos 2024 tarihindeki 1225. toplantısında, Geçiş Misyonu'ndan (ATMIS) Destek ve İstikrar Misyonu'na (AUSSOM) geçişi takiben operasyon konseptini kabul etti. Konsey, Somali'nin güvenlik ve siyasi ortamındaki ilerlemeyi vurgularken Eş Şebab'ın süregelen tehdidini kınadı, ATMIS personelinin fedakarlıklarını takdir etti, AUSSOM için stratejik operasyon konseptlerini onayladı, güçlendirilmiş uluslararası ortaklıklar ve sürdürülebilir finansman çağrısında bulundu. Yumuşak bir geçişin, Somali güvenlik güçleri için kapasite geliştirmenin ve sağlam kuvvet koruma tedbirleri sağlamanın öneminin altını çizdi." Yeni misyonun Birleşmiş Milletler tarafından da onaylandığı belirtildi. ATMIS, Afrika Birliği Somali Misyonu'nun (AMISOM) görev süresinin bitmesiyle 31 Mart 2022 tarihi itibarıyla göreve başlamıştı. ATMIS'e bağlı güçlerin normal şartlar altında aşamalı olarak geri çekilmesi ve 31 Aralık 2024 tarihine kadar tüm birliklerini Somali'den çekmesi gerekiyordu. Böylece 31 Aralık sonrasında da ülkede yabancı güçlerin varlığının süreceği kesinleşmiş oldu. Ancak yabancı güçlerin artık askeri operasyonlarda neredeyse hiç yer almayacağı ve büyük ölçüde Mogadişu yönetimi güçlerinin eğitimiyle ilgileneceği belirtiliyor.

Mali cuntası Wagner hezimeti sonrası Ukrayna ile diplomatik ilişkilerini kesti

3 ay önce Mali, üst düzey Ukraynalı bir yetkiliyi Temmuz ayında Rus Wagner grubundan onlarca paralı askerin yanı sıra Malili askerlerin de öldüğü ağır hezimette Kiev'in rolünü kabul etmekle suçlayarak Ukrayna ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı.Tuareg direnişçileri geçen ayın sonlarında Batı Afrika ülkesinin kuzeyinde üç gün süren çatışmalarda en az 84 Rus paralı asker ve 47 Malili askeri öldürdüklerini ve bunun Wagner'in iki yıl önce çatışmaya girmesinden bu yana aldığı en ağır yenilgi olduğunu söylüyor. 29 Temmuz'da Ukrayna askeri istihbarat teşkilatı (GUR) sözcüsü Andriy Yusov, kamu yayıncısı Suspilne'ye yaptığı açıklamada Malili muhaliflerin "Rus savaş suçlularına karşı operasyonlarını gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları tüm bilgileri" aldıklarını söyledi. Bu hamle, Ukraynalı yetkilinin geçen ayın sonlarında Mali askerlerini ve Rus Wagner paralı askerleri hedef alan saldırılarla ilgili açıklamalarının adından geldi. Mali, üst düzey Ukraynalı bir yetkiliyi Temmuz ayında Rus Wagner grubundan onlarca paralı askerin yanı sıra Malili askerlerin de öldüğü ağır hezimette Kiev'in rolünü kabul etmekle suçlayarak Ukrayna ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Tuareg direnişçileri geçen ayın sonlarında Batı Afrika ülkesinin kuzeyinde üç gün süren çatışmalarda en az 84 Rus paralı asker ve 47 Malili askeri öldürdüklerini ve bunun Wagner'in iki yıl önce çatışmaya girmesinden bu yana aldığı en ağır yenilgi olduğunu söylüyor. 29 Temmuz'da Ukrayna askeri istihbarat teşkilatı (GUR) sözcüsü Andriy Yusov, kamu yayıncısı Suspilne'ye yaptığı açıklamada Malili muhaliflerin "Rus savaş suçlularına karşı operasyonlarını gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları tüm bilgileri" aldıklarını söyledi. Mali'deki cunta yönetimi, açıklamaları "derin bir şaşkınlıkla" öğrendiklerini ve Yusov'un "silahlı terörist gruplar tarafından gerçekleştirilen ve Mali Savunma ve Güvenlik Güçleri mensuplarının ölümüyle sonuçlanan korkakça, haince ve barbarca saldırıya Ukrayna'nın da karıştığını itiraf ettiğini" söyledi. Hükümet Sözcüsü Albay Abdoulaye Maiga tarafından yapılan açıklamada, ilişkilerin "derhal uygulanmak üzere" kesileceği belirtildi. Maiga'ya göre Ukrayna'nın eylemleri "Mali'nin egemenliğini ihlal etti ve kabul edilemez bir dış müdahale ve uluslararası terörizme destek teşkil etti." Cezayir sınırı yakınlarında Tinzaouatene'deki bir askeri kampta 25 Temmuz’da üç gün süren yoğun çatışmalar patlak vermişti. Mali ordusu çatışmalar sırasında "çok sayıda" ölüm yaşandığını kabul etti ancak rakamları açıklamadı. Bu hafta Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Malili mevkidaşı Abdoulaye Diop ile yaptığı telefon görüşmesinde Bamako'ya desteğini yineledi. Batı Afrika ülkesinin ordusu 2020'de bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Mali'deki cunta yönetimi Rusya'ya yakınlaşırken, Wagner 2021 sonlarından bu yana Mali'de Fransız birlikleri ve uluslararası barış gücü askerlerinin yerini alarak faaliyet gösteriyor. Mali'de tahminen 1.000 savaşçısı olduğu düşünülen Rus paralı asker grubu, sivillerin ölümüne neden olan baskınlar ve insansız hava aracı saldırılarının gerçekleştirilmesine yardımcı olmakla da suçlanıyor. Malili yetkililer bu iddiaları reddediyor.

Somali’de askeri üslere eş zamanlı saldırılar

3 ay önce Somali'nin güneyinde yer alan Aşağı Cuba bölgesinde üç askeri üsse eş zamanlı saldırı gerçekleştirildi. Saldırılar, Mogadişu yönetimi güçlerinin Eş Şebab'a karşı operasyonlarına devam ettiği bölgelerde düzenlendi. Eş Şebab birliklerinin bölgede saldırı düzenleyen hükümet güçlerinin üslerini şafak vaktinde eş zamanlı olarak hedef aldığı ve hükümet güçlerine ağır kayıplar verdirdiği ifade ediliyor. Yerel kaynakların aktardığı bilgilere göre, saldırılarda Bulo Haji, Miido ve Harboole yerleşimlerindeki üsler eş zamanlı olarak hedef alındı. Saldırılarla birlikte söz konusu yerleşimlerin Eş Şebab kontrolüne girdiği belirtildi. Bu bölgeler kısa bir süre önce Mogadişu yönetimi tarafından kontrol altına alınmış, Eş Şebab çatışmadan kırsal alanlara çekilmişti. Bölgede çatışmaların devam ettiği bildiriliyor. Kaynak: Beyaz Minare

“Yabancı güçler Somali’de kalabilir”

4 ay önce Afrika Birliği (AfB) Somali'den çekilme sürecini yavaşlatmayı değerlendiriyor. Söz konusu talep Eş Şebab'a karşı alan kaybetmeye devam eden Mogadişu yönetiminden geldi. Afrika Birliği Somali Geçiş Misyonu'na (ATMIS) bağlı güçlerin normal şartlar altında aşamalı olarak geri çekilmesi ve 31 Aralık 2024 tarihine kadar tüm birliklerini Somali'den çekmesi gerekiyor. Haziran ayı sonunda kadar söz konusu çekilme sürecinin üçüncü aşamasının gerçekleşmesi ve 4 bin askerin ülkeden ayrılması öngörülüyordu. Ancak şu anda söz konusu üçüncü aşama inceleme altında ve bu aşamanın zamana yayılması söz konusu. Adının açıklanmaması kaydıyla konuşan bir AfB yetkilisine göre Mogadişu yönetimi, Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi'nden (PSC) ATMIS birliklerinin yarısının üç ay daha ülkede kalmasına izin vermesini talep etti. Buna göre Haziran ayı sonuna kadar sadece 2 bin asker ülkeden çekilecek ve çekilmesi gereken 2 bin asker Eylül ayına kadar ülkede kalacak. Mogadişu yönetimi söz konusu talebe gerekçe olarak "çok önemli bir saldırı operasyonu gerçekleştirme ihtiyacını" gösteriyor. Halihazırda Somali'de Eş Şebab'a karşı savaşan 13 bin 500 ATMIS askeri bulunuyor.

BİLİM & TEKNOLOJİ
Türkiye'de kullanılmaya başlanan özellikle birlikte WhatsApp kullanıcıları takip etmek istedikleri kişi ve kurumlara ait kanallara katılabilecek. WhatsApp kanal özelliğinin en dikkat çeken yanı ise kişisel hiçbir bilginin kanaldaki diğer katılımcılar tarafından görülemiyor olması. Bilindiği gibi WhatsApp uygulamasındaki gruplarda her katılımcı gruptaki diğer tüm katılımcıların telefon numaralarını görebiliyordu. WhatsApp kanallar özelliğinin ilerleyen günlerde gelecek güncellemelerle birlikte tüm kullanıcıları hizmetine sunulması bekleniyor.

Android telefonlar, sizi izleyen AirTag’leri tespit ederek uyaracak

1 yıl önce Google, Apple'ın ürettiği AirTag'lerin Android cihazlar üzerinden anlık olarak konum izleme özelliğinin engellenebileceği açıkladı. Ayrıca, Android kullanıcıları takip edilen AirTag'leri tespit ederek uyarı alacaklar. Bu yeni özellikle birlikte, kullanıcılar AirTag'ler tarafından izlenmekten kaçınabilecekler. Google, AirTag'lerle çalışan "Bilinmeyen Takipçi Uyarıları" sunacak ve diğer takip cihazı üreticileriyle işbirliği yaparak kapsamı genişletmeyi planlıyor. Eğer sahip olmadığınız bir AirTag, sizinle birlikte seyahat ederken tespit edilirse, sahibinin konumunu gösteren bir bildirim alacaksınız. Bu bildirime dokunduğunuzda, takip cihazının hareket ettiği rota üzerinde bir harita açılacak. Google, bu konum verilerinin şifrelendiğini ve kullanıcılarla asla paylaşılmadığını vurguluyor. Ayrıca, AirTag'i telefonunuzun arkasına getirirseniz (NFC alanının içinde), bazı takip cihazlarının sahipleri hakkında "telefon numaralarının son dört hanesi gibi" bilgileri görüntüleyebileceğini belirtiyor. Takip cihazlarını devre dışı bırakmak için Google, kullanıcılara bir bağlantı sağlayarak nasıl yapılacağına dair bilgiler verecek. Bu adımlarla kullanıcılar, takip edilme konusunda daha fazla kontrol sahibi olacaklar.

ChatGPT’nin Android sürümü piyasaya sürüldü: Hangi ülkelerde mevcut?

1 yıl önce Microsoft destekli bir yapay zeka (AI) firması olan OpenAI, ChatGPT uygulamasının Android sürümünü yayınlayarak chatbot erişilebilirliğini genişletti. Ancak uygulama henüz Türkiye'de kullanıma sunulmadı. Mayıs ayında iOS uygulamasının piyasaya sürülmesinden sonra gelen bu Android lansmanı, ChatGPT uygulamasının OpenAI'nin web sitesi dışında ilk kez tüm dünyadaki kullanıcılar tarafından erişilebilir olmasını sağlıyor.ChatGPT Android uygulaması, kullanıcı geçmişini cihazlar arasında senkronize etme yeteneği, ses girişi ve anında yanıtlar, öneriler, e-posta veya sunum taslakları için sohbet botuna hızlı erişim ve daha fazlası gibi çeşitli özelliklerle birlikte geldi.Kullanıcılar, OpenAI'nin dahili ses tanıma özelliğini kullanarak, çeşitli konularda soru sormak, yanıt almak ve yardım almak için üretici yapay zeka ile etkileşime girebiliyor. ChatGPT Plus uygulaması, en az bir Android 6.0 sürümü gerektiriyor ve aboneler, ihtiyaçlarına göre GPT-3.5 ve GPT-4 dil modelleri arasında geçiş yapabiliyor. HANGİ ÜLKELERDE KULLANIMA AÇILDI?OpenAI, Android'in en popüler mobil işletim sistemi olduğu veya Android için ChatGPT uygulamasını başlatarak bilgisayar kullanımının sınırlı olduğu yerlerde yapay zeka teknolojisi kullanılabilirliğini genişletmeyi amaçlıyor.Android için ChatGPT uygulamasına Brezilya, Bangladeş, Hindistan, ABD, Arjantin, Kanada, Almanya, Fransa, Endonezya, İrlanda, Japonya, Meksika, Filipinler, Nijerya, İngiltere ve Güney Kore'de erişilebilir.Önümüzdeki hafta OpenAI, erişilebilir olduğu ülke sayısını artırmayı planlıyor.

Güney Koreli bilim insanlarından çığır açacak bir iddia: Oda sıcaklığında çalışabilen süper iletken keşfedildi.

1 yıl önce Güney Koreli bilim insanları 1911'den beri çare aranan bir zorluğun üstesinden gelerek, oda sıcaklığında çalışan ilk süperiletkeni geliştirdiklerini duyurdu. Keşif, normal koşullarda laboratuvar dışında çalışabilen bir süperiletkenin kullanıma girmesini sağlayabilir. Uzmanlar bunun devrim niteliğinde bir gelişme olacağını söylüyor. 1911'de Hollandalı fizikçi cıvanın -269 dereceye kadar soğutulduğunda elektriği hiç direnç göstermeden ilettiğini keşfetmişti. Fizikçi buna "cıvanın süperiletken hali" adını vermişti. Süperiletkenlerde elektrik akımını oluşturan elektronlar, atomların arasında hiçbir atoma çarpmadan akıp gidiyor. Böylece havada adeta uçarak saatte 500 kilometreden hızlı giden maglev trenleri veya uçan kaykaylar gibi yenilikçi teknolojilerin önü açılıyor. Öte yandan bilim insanları 1911'deki keşiften beri daha yüksek sıcaklıklarda süper iletken hale gelen malzemeler geliştirmeye çalışıyor. Kuantum Enerji Araştırma Merkezi'nin CEO'su Sukbae Lee'nin de aralarında yer aldığı bir grup araştırmacı, bu sorunun üstesinden gelerek oda sıcaklığında süperiletken hale gelen bir malzeme geliştirdiklerini bildirdi. Hakem değerlendirmesinden geçmeyen ve internet sitesi ArXiv'de erişime açılan makalede bu malzeme LK-99 diye adlandırıldı. Araştırmacılar, LK-99'un 127 derecelik sıcaklıkta bile süperiletkenliğini koruduğunu öne sürdü. Öte yandan, LK-99 oda sıcaklığında süperiletken hale geldiği öne sürülen ilk malzeme değil. Birkaç yıl önce saygın bilimsel dergi Nature'da yayımlanan bir makalede, 15 derece sıcaklıkta süperiletken hale gelebilen bir malzeme geliştirildiği duyurulmuştu. Ancak bu malzemenin çalışması için 2,5 milyon atmosferik basınç gerekiyordu ve bu da uygulanmasını yine zorlaştırıyordu. Ayrıca bazı hesap hatalarının tespit edilmesi üzerine makale yeniden yayımlanmak üzere geri çekilmişti. Araştırmacıların bildirdiğine göre LK-99, süperiletken olmak için yüksek basınç da gerektirmiyor. Araştırma makalesinde, "Tüm kanıtlar ve açıklamalar, LK-99'un oda sıcaklığında ve ortam basıncında süperiletken hale gelen ilk malzeme olduğunu gösteriyor" ifadeleri yer aldı: LK-99; mıknatıslar, motorlar, güç kabloları, maglev trenleri ve hatta kuantum bilgisayarlar gibi çeşitli uygulama alanlarına sahip olabilir. Diğer yandan, araştırmacıların makalesine şüpheyle yaklaşanlar da var. Bilim yazarı ve Birleşik Krallık'ın Eski Lordlar Kamarası Üyesi Matt Ridley de o kişilerden biri. Ridley, The Spectator'da kaleme aldığı yazıda, "Makale, alanında çok az deneyime sahip, yeni kurulan bir enstitüdeki tanınmamış bir ekipten geldi. Hakem incelemesinden de geçmedi" dedi: Ancak bu olgunun kendisinin bir gün mümkün olabileceğini düşünmek için iyi nedenler var. Fiziksel açıdan imkansız bir şey değil.

DÜNYA
Lübnan Hizbullah hareketinin lideri Hasan Nasrallah, 31 Ağustos 1960'da Şii bir ailenin dokuzuncu çocuğu olarak Beyrut'un Burc Hamud semtinde doğdu. Nasrallah'ın ailesi Lübnan'ın güneyindeki Cebel Amil bölgesindeki Bazuriye köyünden Burc Hamud'a göçmüştü. Gençlik yılları ve dini eğitimi Hasan Nasrallah Beyrut'ta eğitimine devam ettiği esnada Nisan 1975'te Lübnan İç Savaşı patlak verdi. Doğu ve Batı Beyrut'un ortasına yer alan oturdukları semt Burc Hamud'un savaş meydanına dönmesi üzerine, ailesiyle birlikte ülkenin güneyindeki Sur şehrine yerleşen Nasrallah burada sebze satıcılığı yaptı. 1976'da Nasrallah ailesine dini eğitim almak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Lübnan'ın doğusundaki Bekaa Vadisi'nde, Irak'taki Necef Havzası'na bağlı olarak 1960'lı yıllarda açılmış bir Şii dini okuluna yazıldı. Aynı sene Irak'ın Necef şehrine yerleşerek burada Şii mercii Muhammed Bakır es-Sadr'ın (1935-1980) havzadaki örgütlenmesinde eğitim görmeye başladı. Fakat 1978'de Lübnan'a dönmeyi istemesi ve Irak yönetiminin Muhammed Bakır es-Sadr'a baskıyı artırması üzerine Nasrallah havzadaki eğitiminde ilerleyemeden, eğitimini bırakıp Lübnan'a geri döndü. 1979'da İran Devrimi'nin gerçekleşmesinin ardından Hasan Nasrallah, dini eğitim sürecinde kurduğu bağlantıların de etkisi ve yardımıyla İran'da kurulan dini yönetime bağlandı. İran Devrimi'nin ardından yeni İran yönetimi Lübnan Şiilerinin en ünlü örgütlenmesi olan Emel'i kontrol altına almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine 1982'de İran Lübnan'da Hizbullah'ı kurdurdu. Hizbullah zaman içerisinde Lübnan'ın en büyük Şii gücü olacaktı. Bu doğrultuda Emel, Mahrumlar Hareketi gibi diğer Şii yapıların mensupları Hizbullah'a entegre olma sürecine girdi. Hasan Nasrallah da bu yeni örgüte katıldı. Nasrallah 1980'li yıllarda zaman zaman İran'da bulunarak ideolojik ve idari eğitimler aldı. Bu dönemde Lübnan'da Nasrallah, Hizbullah olarak amaçlarının Lübnan'ı İran'daki rejimin hakimiyetine sokmak olduğunu açıkça ifade etmekteydi. Nasrallah bu hedeflerini, İran'ın dini liderinin Şiilikte inanılan Kayıp İmam'ın naibi olduğuna dair inancıyla gerekçelendiriyordu. Hizbullah'taki liderlik makamı olan genel sekreterliğe ilk olarak seçilen Subhi Tufeyli (1948-) İran ile yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle 1984'te İran'ın girişimiyle devrilmiş, yerini İran'ın talebi doğrultusunda Abbas Musavi (1952-1992) almıştı. Subhi Tufeyli halen Lübnan'da İran, Esed rejimi ve Hizbullah'ın en önemli muhaliflerinden biridir. Hizbullah 1980'li yıllarda Emel Örgütü ile Lübnan Şiileri üzerinde rekabete girmeleri üzerine bazı çatışmalar yaşasa da ilerleyen dönemde müttefik oldu. Aynı şekilde İran rejiminin müttefiki olan Suriye rejimi de Hizbullah ile dost oldu. Bu dönemde Hizbullah bir yandan iç savaşta yer aldı, diğer yandan ise İsrail tarafından işgal edilen Güney Lübnan'da İsrail ordusuna saldırılar düzenledi. İç savaş ve sonrası 1990'da Lübnan İç Savaşı bitti. Fakat Lübnan'ın en güneyindeki şerit İsrail'in ve İsrail'le iş birliği yapan Marunilerden oluşan Güney Lübnan Ordusu'nun işgalindeydi. Hizbullah bu işgalle mücadele edeceği gerekçesiyle silahsızlandırmadan muaf tutulmasını talep etti. Suriye'nin nüfuzu altında imzalanan 1991 Taif Anlaşması'yla ülkede ordu dışındaki grupların silahsızlandırılması kararından, Suriye'nin müdahalesiyle Hizbullah "İsrail'e karşı mücadele edeceği" gerekçesiyle istisna edildi. Fakat Hizbullah o günden bugüne silahlı gücünü daha çok Lübnan'daki gücünü pekiştirmekte kullandı. Nasrallah Hizbullah'ın lideri oluyor Hizbullah lideri Abbas Musavi 16 Şubat 1992'de Lübnan'ın güneyinde bulunduğu bir esnada İsrail'in hava saldırısında hayatını kaybetti. Hasan Nasrallah, İran'ın kararıyla Hizbullah liderliğine getirildi. İran'ın diğer adaylar yerine Nasrallah'ı tercih etmesinin temel sebebi, Nasrallah'ın İran'a bağının çok daha fazla olmasıydı. 1992 Lübnan Parlamento seçimlerine, Nasrallah liderliğindeki Hizbullah da katıldı. İran lideri Ali Hamaney, Hizbullah'ın Lübnan'ın laik politik sahnesinde siyaset yapmasına, çeşitli maslahatlar gereği onay vermişti. Böylece Hizbullah dini bir yapılanma ve silahlı bir oluşum olmanın ötesinde siyasi bir partiye de dönüştü. Bu seçimlerde Hizbullah 128 milletvekiline sahip Lübnan Parlamentosu'nda 8 milletvekili kazandı. Hizbullah 1992 seçimlerinden itibaren tüm Lübnan seçimlerine katıldı ve Lübnan Parlamentosu'nda hep yer aldı. Hizbullah bu seçimlerde Suriye'deki Esed rejimine yakınlığı ve İslami hareketlere düşmanlığıyla bilinen Abdullah Harari ve Nizar Halebi liderliğindeki Ahbaş (Habeşiler) Cemaati'yle seçim ittifakı yaptı. 1990'lı yıllar boyunca İran, Hizbullah'a büyük maddi yardımlarda bulundu. Hizbullah bu yardımlarla askeri açıdan güçlendiği gibi düzenlediği yardım faaliyetleriyle Lübnan Şiileri arasında git gide daha fazla popülerlik kazandı. İran'a doğrudan bağlı Hizbullah'ın git gide güçlenmesi ve devlet içinde devlet haline gelmesi, o dönemde İran'ın en başarılı devrim ihracı projesi olarak görülmekteydi. 1990'lı yıllardan itibaren Hizbullah Güney Lübnan ve Beyrut'ta Sünni İslami hareketlerle de rekabete girdi. Bu hareketler genellikle silahsız veya zayıf şekilde silahlanmışlardı. Hizbullah'ın silahlı baskısı altında pek çok haklarının ve mekanlarının zorla ellerinden alındığını belirtiyorlardı. 1993 ve 1996'da İsrail ordusu ile Hizbullah arasında büyük çatışmalar yaşandı. Düşük yoğunluklu savaş ise sürekli devam etti. 1997'de Hasan Nasrallah'ın 18 yaşındaki oğlu Hadi bu çatışmalarda hayatını kaybetti. İsrail Lübnan'dan çekiliyor 14 Şubat 2005'te Lübnan eski başbakanı Refik Hariri'nin, arkasında Suriye rejiminin olduğundan şüphelenilen bir suikastle öldürülmesinin ardından Lübnan'da oluşan kamplaşmada Hizbullah, Suriye rejimi karşıtı 14 Mart İttifakı'na karşılık Suriye rejimi yanlısı 8 Mart İttifakı'nda başı çekti. 2000'de İsrail'in Güney Lübnan'da işgal altında tuttuğu şeritten çekilmesi Hizbullah ve Nasrallah'ın bir başarısı olarak görüldü. Bu sebeple çekilme, Hizbullah ve Nasrallah'ın imajını güçlendirdi. Bu gelişme Hizbullah'ın Lübnan'daki gücünü ve etkinliğini de tahkim etti. Temmuz 2006'da İsrail askerlerinin ve Hizbullah mensuplarının sınır çatışmasıyla başlayıp 1 ayı aşkın süreyle devam eden İsrail-Hizbullah Savaşı, Güney Lübnan'ın yıkımına ve Hizbullah'ın önemli kayıplar vermesine neden olsa da İsrail'in de Güney Lübnan'da ilerlemesi başarısız olduğundan Hizbullah ve Nasrallah için yine bir başarı olarak görüldü. Özellikle bu savaşın ardından Türkiye başta olmak üzere Sünni dünyada da Hizbullah ve Nasrallah'a yönelik sempati artacaktı. Mayıs 2008'de Beyrut'ta Nasrallah'ın emriyle Hizbullah milisleri ile Lübnanlı Sünniler ve Dürziler arasında şiddetli çatışmalar çıktı. Suriye savaşı ve Hizbullah'ın rolü 2011'de başlayan Suriye Savaşı'nda Hizbullah'ın en başından itibaren Esed rejiminin safında savaşa ve katliamlara katılması, Sünni dünyadaki Hizbullah ve Nasrallah sempatisinin neredeyse tamamen son bulmasına sebep verdi. Suriye'deki savaşta Esed rejiminin en büyük destekçilerinden biri haline gelen Hizbullah, sahada da Sünni gruplara karşı savaşında ağır kayıplar verdi. Aynı zamanda Sünni sivillerin yaşadığı bölgelere yönelik saldırılar ve katliamlarda da Hizbullah rol oynadı. Nasrallah ve Hizbullah İran'a doğrudan bağlılığı, Suriye Savaşı, Lübnan'da taleplerini güç ile dayatması, Beyrut Limanı patlamasındaki rolü gibi nedenlerle, Lübnan'da diğer kesimlerin harekete yönelik tepkisi arttı. 30 yılı aşkın süredir Hizbullah lideri olan ve 64 yaşını dolduran Nasrallah, halen örgütü yönetmeye devam ediyor. Kaynak: Mepa News

Sudani: Irak’ta ABD askerlerine ihtiyaç kalmadı 

1 ay önce Irak Başbakanı Muhammed Şiya el Sudani, IŞİD'i yenilgiye uğratmada büyük ölçüde başarılı oldukları için ABD askerlerinin bu ülkedeki varlığına artık ihtiyaç kalmadığını ve yakında çekilmeleri için bir takvim açıklamayı planladığını söyledi. Salı günü Bağdat'ta Bloomberg televizyonuna verdiği mülakatta Sudani şunları söyledi: “Artık gerekçeler ortadan kalktı. Koalisyona gerek yok, 2024 Irak'ı 2014 Irak'ı değil. Savaş ve çatışma ortamından istikrara geçtik, IŞİD artık hiçbir tehdit teşkil etmiyor". Bağdat ve Washington, önümüzdeki iki yıl içinde aşamalı olarak uygulanacak bir plana göre uluslararası koalisyon güçlerinin Irak'tan çekilmesi konusunda bu ay bir anlaşmaya varmıştı. Çekilme planının sızıntıları Birkaç gün önce Reuters'a konuşan kaynaklar, planın ABD öncülüğündeki yüzlerce koalisyon gücünün Eylül 2025'e kadar, geri kalanının ise 2026 sonuna kadar çekilmesini kapsadığını söyledi. Kaynaklar plan üzerinde büyük ölçüde mutabık kalındığını ve iki ülkenin nihai onayını ve planın açıklanması için resmi bir tarih beklendiğini belirtti. Aynı kaynaklar resmi duyurunun ilk olarak haftalar önce yapılmasının planlandığını ancak İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik saldırısıyla bağlantılı bölgesel tırmanış nedeniyle ve kalan "bazı detayların" çözülmesi için ertelendiğini söyledi. İki ülke ayrıca çekilmeden sonra bazı ABD askerlerinin Irak'ta kalmasına izin verebilecek yeni bir ilişki modeli kurmaya çalışıyor. Anlaşma açıklandığında, bunun konumunu güçlendirmeye çalışan Irak başbakanı için siyasi bir zafer anlamına gelmesi muhtemel. ABD'nin Irak'ta yaklaşık 2.500, komşu Suriye'de ise 900 askeri bulunuyor. ABD'nin Irak'tan çekilmesi Washington'un bölgedeki askeri pozisyonunda önemli bir değişime işaret edecek.

Mali cuntası Türkiye’nin İhracat Rekoru Kıran Bayraktar SİHA’larıylar sivilleri hedef almayı sürdürüyor.

1 ay önce https://beyazminare.net/mali-cuntasi-sihalarla-sivilleri-hedef-almayi-surduruyor/ Mali'deki cunta yönetiminin ismi bir süredir Türkiye'den satın alınan Bayraktar TB2 tipi silahlı insansız hava araçlarıyla (SİHA) düzenlenen saldırılarla anılıyor. Yerel kaynaklar ve saldırının gerçekleştiği bölgenin sakinleri söz konusu saldırılarda sivillerin hedef alındığını belirtirken cunta yönetimi herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Son olarak Mali'nin Timbuktu şehrinin yaklaşık 130 kilometre doğusundaki Zarho bölgesinde cunta yönetimine ait SİHA'larla düzenlendiği belirtilen saldırıda çok sayıda sivilin öldüğü aktarıldı. Bölgeden haber aktarımı yapan kaynaklar saldırıda aralarında kadın ve çocukların da olduğu 7 sivilin öldüğünü ifade ediyor. Mali'de son olarak geçtiğimiz ay Cezayir sınırındaki Tinzaouaten köyünde Bayraktar SİHA'larla düzenlendiği belirtilen saldırıda 11'i çocuk 21 sivilin öldüğü açıklanmıştı. Mali cuntasının bölgede düzenlediği saldırılarda Bayraktar TB2 tipi silahlı insansız hava araçlarını kullandığı biliniyor. Daha önce de Mali ve Burkina Faso'da silahlı insansız hava araçlarının kullanıldığı birçok sivil ölümü rapor edilmişti. Cunta yönetimi geçtiğimiz dönemde Türkiye'den çok sayıda söz konusu insansız hava araçlarından satın almıştı.

11 yaşındaki çocuğun IŞİD bağlantısı: Güvenlik birimleri alarmda!

1 ay önce İsviçre’de, IŞİD ile bağlantılı olduğu iddia edilen yalnızca 11 yaşındaki bir çocuğa ceza davası açıldı. Sosyal medyada aşırıcı propaganda içerikleri paylaşan ve mesajlar bırakan gencin, yurt dışındaki örgüt üyeleri ile internet üzerinden iletişim kurduğunu kabul etmesi, güvenlik birimlerinin alarm zillerini çaldırdı.  Henüz serbest bırakılan şüpheli çocuk için sosyal ve eğitim tedbirleri uygulandı. Ancak, emniyet görevlileri kararını yapılacak adli psikolojik muayene belirleyecek. İsviçre’deki bu olay, sadece ülke içinde değil, Avrupa genelinde çocuk yaşa inen bir gidişatın yaşandığını gösteriyor. Kolluk kuvvetleri, örgüt ile bağlantılı daha birçok vakayı soruştururken, toplumun bu olaylar ile ilgili yüzleşme şekli merak ediliyor.

FİLİSTİN
Irak Başbakanı Muhammed Şiya el Sudani, IŞİD'i yenilgiye uğratmada büyük ölçüde başarılı oldukları için ABD askerlerinin bu ülkedeki varlığına artık ihtiyaç kalmadığını ve yakında çekilmeleri için bir takvim açıklamayı planladığını söyledi. Salı günü Bağdat'ta Bloomberg televizyonuna verdiği mülakatta Sudani şunları söyledi: “Artık gerekçeler ortadan kalktı. Koalisyona gerek yok, 2024 Irak'ı 2014 Irak'ı değil. Savaş ve çatışma ortamından istikrara geçtik, IŞİD artık hiçbir tehdit teşkil etmiyor". Bağdat ve Washington, önümüzdeki iki yıl içinde aşamalı olarak uygulanacak bir plana göre uluslararası koalisyon güçlerinin Irak'tan çekilmesi konusunda bu ay bir anlaşmaya varmıştı. Çekilme planının sızıntıları Birkaç gün önce Reuters'a konuşan kaynaklar, planın ABD öncülüğündeki yüzlerce koalisyon gücünün Eylül 2025'e kadar, geri kalanının ise 2026 sonuna kadar çekilmesini kapsadığını söyledi. Kaynaklar plan üzerinde büyük ölçüde mutabık kalındığını ve iki ülkenin nihai onayını ve planın açıklanması için resmi bir tarih beklendiğini belirtti. Aynı kaynaklar resmi duyurunun ilk olarak haftalar önce yapılmasının planlandığını ancak İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik saldırısıyla bağlantılı bölgesel tırmanış nedeniyle ve kalan "bazı detayların" çözülmesi için ertelendiğini söyledi. İki ülke ayrıca çekilmeden sonra bazı ABD askerlerinin Irak'ta kalmasına izin verebilecek yeni bir ilişki modeli kurmaya çalışıyor. Anlaşma açıklandığında, bunun konumunu güçlendirmeye çalışan Irak başbakanı için siyasi bir zafer anlamına gelmesi muhtemel. ABD'nin Irak'ta yaklaşık 2.500, komşu Suriye'de ise 900 askeri bulunuyor. ABD'nin Irak'tan çekilmesi Washington'un bölgedeki askeri pozisyonunda önemli bir değişime işaret edecek.

Katil İsrail ile Arap ülkeleri arasında imzalanan İbrahim Anlaşmaları dört yıl sonra bölgeye ne getirdi? 

1 ay önce ABD ara buluculuğunda Arap devletleri ile İsrail arasında imzalanan ve İbrahim Anlaşmaları'nın üzerinden dört yıl geçti. Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn tartışmalı anlaşmayı 15 Eylül 2020'de imzaladı ve sonraki aylarda Fas ve Sudan da onlara katıldı. İsrail'in Gazze'de giriştiği soykırımı andıran katliam ve işgal altındaki Batı Şeria'ya yönelik saldırılarının yanı sıra İran ve Lübnanlı grup Hizbullah ile daha geniş çaplı bir çatışma korkusuna rağmen, İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz sosyal medya platformu X'te anlaşmaların "barışa vesile olduğunu" iddia etti. Katz, "İbrahim Anlaşmaları bölgede barışı gerçeğe dönüştürdü, Ortadoğu'da barış ve refahın sadece belirli koşullar altında mümkün olduğu yönündeki tarihi yanılsamayı yıktı ve ortak vizyon ve işbirliğinin daha iyi bir geleceğe giden yol olduğunu kanıtladı" ifadelerini kullandı. İbrahim Anlaşmaları nelere yol açtı? Kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği üzere İsrail ile normalleşme Arap ülkelerinde pek rağbet görmüyor ve Filistinliler tarafından "ulusal davalarına ihanet" olarak görülüyor. İbrahim Anlaşmaları imzalanana kadar Arap devletlerinin genel tutumu, şu anda Batı Şeria'da işgal altında bulunan topraklarda yaşayabilir bir Filistin devleti kurulmadan İsrail ile resmi bağların kurulamayacağı yönündeydi. Mısır ve Ürdün 20. yüzyılda İsrail ile normalleşme anlaşmaları yaparken, Arap Birliği 2002 yılında Filistin'in bağımsızlığını kabul etmesi halinde İsrail'e bölgesel entegrasyon vaat eden Suudi Arabistan liderliğindeki bir planı kabul etti. İbrahim Anlaşmaları, İsrail'e Arap ve Müslüman dünyasında tanınmak için taviz vermek zorunda olmadığını göstererek bu planı altüst etti. Filistinli yazar Muhammad Şahida, Ağustos 2021'de The New Arab'da yayınlanan bir yazısında anlaşmanın "otokratik rejimlerin kendi tahtlarını güvence altına alma ve güçlerini pekiştirme çaresizliğiyle ilgili olduğunu" ifade etmişti. İsrail, BAE ile ilişkilerini normalleştirmenin yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria'da toprak işgal etme planlarını askıya almayı kabul ederken, Filistin topraklarında yüz binlerce Yahudiyi barındıran yasa dışı yerleşimler devam etmekte, bu nüfus sürekli artmakta ve yeni yasa dışı yerleşim yerleri ilan edilmektedir. İsrailli grup Peace Now'a göre bu yılın Haziran ayında İsrail, 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşmalarından bu yana Batı Şeria'daki en büyük toprak gaspına izin verdi. Gazze'de katliam, Batı Şeria'da işgal ve saldırı Aralık ayında Time dergisinde yayınlanan bir makalede, Democracy for the Arab World Now (DAWN) adlı haklar grubunun icra direktörü Sarah Leah Whitson, İbrahim Anlaşmalarının "İsrail'in ihlallerini engellemek" yerine, "birbirini takip eden İsrail hükümetlerini Filistinlilerin haklarını daha fazla görmezden gelme konusunda cesaretlendirdiğini" yazdı. Whitson grubun, "BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan'ı anlaşmalardan derhal çekilmeye, Mısır ve Ürdün ile birlikte İsrail ile tüm askeri koordinasyonu sona erdirmeye" çağırdığını söyledi. İsrail geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yana Gazze Şeridi'ne amansız ve hedef gözetmeyen bir bombardıman gerçekleştiriyor. Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı verilerine göre söz konusu tarihten bu yana hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 41.000'i aşmış durumda. İsrail, BAE ile ilişkilerini normalleştirmenin yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria'da toprak işgal etme planlarını askıya almayı kabul ederken, Filistin topraklarında yüz binlerce Yahudiyi barındıran yasa dışı yerleşimler devam etmekte, bu nüfus sürekli artmakta ve yeni yasa dışı yerleşim yerleri ilan edilmektedir. İsrailli grup Peace Now'a göre bu yılın Haziran ayında İsrail, 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşmalarından bu yana Batı Şeria'daki en büyük toprak gaspına izin verdi. Gazze'de katliam, Batı Şeria'da işgal ve saldırı Aralık ayında Time dergisinde yayınlanan bir makalede, Democracy for the Arab World Now (DAWN) adlı haklar grubunun icra direktörü Sarah Leah Whitson, İbrahim Anlaşmalarının "İsrail'in ihlallerini engellemek" yerine, "birbirini takip eden İsrail hükümetlerini Filistinlilerin haklarını daha fazla görmezden gelme konusunda cesaretlendirdiğini" yazdı. Whitson grubun, "BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan'ı anlaşmalardan derhal çekilmeye, Mısır ve Ürdün ile birlikte İsrail ile tüm askeri koordinasyonu sona erdirmeye" çağırdığını söyledi. İsrail geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yana Gazze Şeridi'ne amansız ve hedef gözetmeyen bir bombardıman gerçekleştiriyor. Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı verilerine göre söz konusu tarihten bu yana hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 41.000'i aşmış durumda.

Gazze’de alıkonulan bir ilk yardım çalışanının, Dünya İlk Yadım Günü’nde, İsrail hapishanesinde öldüğü bildirildi.

1 ay önce Her yılın eylül ayı ikinci cumartesi günü Dünya İlk Yardım Günü olarak kutlanıyor. Gazze'deki Sağlık Bakanlığı da söz konusu gün münasebetiyle yazılı açıklama yaptı. İnsani görevlerini yerine getirirken alıkonulup hapishanelere götürülen onlarca sağlık çalışanı olduğu hatırlatılan açıklamada, Birleşmiş Milletler (BM) ve diğer insan hakları kurumlarına söz konusu sağlık çalışanlarının durumlarını ortaya çıkarmaları çağrısı yapıldı. Açıklamada, "İsrail askelerlerinin geçen şubatta Gazze Şeridi'nin Han Yunus kentindeki Nasır Hastanesine baskını sırasında alıkoyduğu ilk yardım çalışanları arasında bulunan Hamdan Ebu İnnabe'nin İsrail hapishanesinde şehit olduğuna ilişkin bilginin doğrulandığı" kaydedildi. Sağlık Bakanlığı Gazze Genel Müdürü Munir el-Burş daha önce AA muhabirine yaptığı açıklamada, İsrail ordusunun 7 Ekim'den bu yana Gazze Şeridi'ne saldırılarında sağlık ekiplerinden 885'ten fazla kişiyi öldürdüğünü, 310 kişiyi de alıkoyarak hapishanelere götürdüğünü belirtmişti. İsrail'in Gazze'yi işgalinde 7 Ekim sonrası Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, "Filistinlilere ve başta Mescid-i Aksa olmak üzere kutsal değerlere yönelik sürekli ihlallere karşılık verme" gerekçesiyle İsrail'e 7 Ekim 2023'te kapsamlı saldırı düzenledi. İsrail, 7 Ekim'deki saldırılarda 1200 İsraillinin öldüğünü, 5 bin 132 kişinin de yaralandığını açıkladı. İsrail'in 7 Ekim'den bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda en az 16 bin 715’i çocuk, 11 bin 308’i kadın olmak üzere 41 bin 182 Filistinli öldü, 95 bin 280 kişi yaralandı. Enkaz altında halen binlerce ölü olduğu bildirilirken, halkın sığındığı hastane ve eğitim kurumları hedef alınarak sivil altyapı da tahrip ediliyor. İsrail ordusu, Gazze Şeridi'ne saldırılarının başladığı 7 Ekim'den bu yana 342’si karadan işgal sürecinde olmak üzere 709 askerinin öldüğünü, 4 bin 428 askerinin yaralandığını duyurdu. Çatışmalara 24 Kasım 2023'te 4 günlüğüne verilen ve daha sonra 3 gün daha uzatılan "insani ara"da 81 İsrailli ve 240 Filistinli esir karşılıklı serbest bırakıldı. Öte yandan İsrail, binlerce Filistinliyi alıkoyup hapsetmeye devam etti. İşgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te de 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail askerleri ile Filistin topraklarını gasbeden İsraillilerin saldırılarında 703 Filistinli hayatını kaybetti.

“İşgalci İsrail Gazze’de çocukları kasten öldürüyor”

1 ay önce İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki işgali birinci yılına yaklaşırken, saldırılardan en çok etkilenenler arasında çocuklar yer alıyor. "Defence for Children International - Palestine" gibi sivil toplum kuruluşları ve Gazze Şeridi'ndeki insan hakları örgütleri, İsrail ordusunun Filistinli çocukları kasıtlı olarak öldürdüğü uyarısında bulunuyor. Gazze şehrinde yaşayan 10 yaşındaki Tala Ebu Acve, İsrail güçleri tarafından öldürülen çocuklar arasındaydı. 3 Eylül günü Tala, Gazze şehri doğusundaki Şucaiyye bölgesindeki evinin bahçesinde arkadaşları ve kardeşleriyle oynamak için ailesinden izin aldı. Patenlerini denemek istiyordu. Sadece birkaç dakika sonra İsrail ordusu ailesinin yaşadığı binaya bir füze fırlattı ve bir şarapnel parçası küçük çocuğun boynuna isabet ederek onu anında öldürdü. Babası Hüsam Ebu Acve New Arab'a yaptığı açıklamada şunları söyledi: "Patlamayı duyar duymaz neler olduğunu kontrol etmek için koştum. Kızımın yerde yattığını, vücudunu ve paten ayakkabılarını kan kapladığını gördüğümde şok oldum. Beni en çok üzen İsrail'in çocuğumu öldürmesi ve kanının çok sevdiği pembe ayakkabılarına sıçraması oldu. Kızım dünyadaki diğer çocuklar gibi oynamak ve eğlenmek istiyordu. Onun suçu neydi ki oyun oynarken öldürüldü? Gazze'de yaşadığımız trajik koşullara ve devam eden bombalama ve ölümlere rağmen, kızım biraz mutlu olabilmek ve savaşın trajedilerini unutmak umuduyla arkadaşlarıyla oynuyordu." Tala'nın cansız bedeninin paten ayakkabılarıyla çekilen kısa video klibi medyada geniş yer buldu. "Bir gün kızım büyüyüp üniversiteden mezun olduktan sonra onunla gurur duyduğumu ifade etmek için bir video yayınlayacağımı çok hayal ettim, ancak İsrail ordusu bizi hayallerimizden ve daha iyi bir geleceğe sahip olmaktan mahrum etti." Gazze'de yaşayan Filistinli Siham Hamade de oğlu Muhammed'in üniversiteden mezun olduğu anları videoya almayı umuyordu. Ancak İsrail ordusu Nisan ayında 12 yaşındaki oğlunu Gazze şehrinin güneyindeki Zeytun mahallesinde öldürdü. Oğlu bir grup arkadaşıyla birlikte futbol oynarken İsrail'in hedef gözeterek attığı bir füzeyle vuruldu. Siham Hamade şunları söyledi: "Birçok kez ölümden kaçtık ve çocuklarımı defalarca yerlerinden edildikleri süre boyunca korudum, ancak görünen o ki İsrail çocuklarımızı öldürmekte ve hayatlarımızı mahvetmekte ısrar ediyor. Dünyaya hakim olan bu sessizlik neden? Neden kimse bizi desteklemeden ya da korumadan çocuklarımız öldürülüyor? İsrail ordusu bizi öldürmeye daha ne kadar devam edecek?" Acılı anne çocuğunun ölmeden önceki dileğini de paylaştı. Muhammed savaşın bir gün bitmesini ve günlük hayatına geri dönmeyi dilemişti, "ama İsrail ordusu yakınlarındaki bölgeleri her bombaladığında annesine doğru koşuyor ve korktuğunu söylüyordu." Filistin Sağlık Bakanlığı'na göre, 7 Ekim'den bu yana 41 binden fazla Filistinliyi öldürdü. Öldürülenlerin 16 binden fazlasının çocuklar olduğu ifade ediliyor.

İSLAM DÜNYASI
İtalya, Mogadişu yönetimine dört adet Bell 412EPX helikopter teslim etti. Uluslararası Haçlı İttifakı NATO üyesi İtalya tarafından sağlanan 16 milyon dolarlık helikopterler bu hafta başında resmi olarak Mogadişu yönetimine teslim edildi. Bu sevkiyat, Birleşmiş Küfür Milletleri’nin silah ambargosunun kaldırılmasından bu yana ülkeye tek seferde yapılan en büyük teslimat oldu. Amerikan üretimi olan helikopterler Eş Şebab'a karşı savaşta kullanılacak. Geçen yıl Temmuz ayında da iki adet Bell 412EPX helikopter teslim alınmıştı. Mogadişu yönetimi son dönemde özellikle silah ambargosunun kaldırılmasının ardından yoğun bir silahlanma süreci içerisine girmiş durumda. Ancak bu kararın üzerinden yaklaşık 8 ay geçmiş olsa da yönetim sahada ABD'nin desteğiyle Eş Şebab'a karşı yürüttüğü saldırılardan herhangi bir sonuç alamadı. Sahada çatışmalar sürerken kontrol durumunda ciddi bir değişiklik yaşanmadı. Mogadişu yönetiminin silahlanma hamleleriyle birlikte sahada saldırılarını da hızlandırması bekleniyor.

Bangladeş’te geçiş sürecinin başbakanı belli oldu

3 ay önce Bangladeş'te Başbakan Şeyh Hasina'nın devrilmesinin ardından geçiş sürecine liderlik edecek isim belli oldu. 84 yaşındaki Bangladeşli ekonomist ve bankacı Muhammed Yunus, sürecin başına geçmek üzere ülkesine döndü. Fransa'nın başkenti Paris'ten BAE aktarmalı bir uçuşla Bangladeş'in başkenti Dakka'ya gelen Yunus sükunet çağrısında bulundu ve halkı "bu fırsatı daha iyi bir ulus inşa etmek için kullanmaya" davet etti: "İkinci zafer günümüzü mümkün kılan cesur öğrencileri ve onlara tam destek veren halkımızı kutluyorum. Yeni zaferimizi en iyi şekilde değerlendirelim. Hatalarımız yüzünden bunun elimizden kayıp gitmesine izin vermeyelim." Yunus ayrıca "birkaç ay içinde seçimlerin yapılmasını istediğini" söyledi. Yunus, Ocak ayında Hasina yönetiminin kendisine yönelik suçlamaları sonrasında yırt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. 1940 yılında bugünkü Bangladeş topraklarında doğan Muhammed Yunus varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yetişti. Üniversite eğitimini bankacılık alanında ülkesinde aldıktan sonra ABD'ye gitti ve eğitimine burada devam etti. Eğitiminin ardından da ABD'de kalarak çalışmalarına devam etti. Bankacılık ve girişimcilik yapan Yunus, 1970'lerde Bangladeş'in Pakistan'dan bağımsızlık hareketine ABD'den destek verdi. Zengin bir iş adamı olan Yunus, 2006 yılında bankacılık alanındaki faaliyetleri sebebiyle "sosyal ve ekonomik alandaki gelişmelere katkıda bulunduğu" gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü aldı. Batı dünyasında bağlantılara sahip olan Yunus, iş hayatının yanı sıra sosyal ve siyasi alandaki çalışmalarıyla da tanınıyordu.

Pakistan’da ‘kurucu lider’ Muhammed Ali Cinnah’ın heykeli havaya uçuruldu

3 ay önce Pakistan'ın Belucistan eyaletinin liman kenti Gvadar'da, ülkenin kurucu lideri olarak bilinen Muhammed Ali Cinnah'ın heykeline saldırı düzenlendi. Gvadar'da deniz kenarında bulunan heykel üzerine döşenen patlayıcıların infilak ettirilmesiyle havaya uçuruldu. Patlama sonrası görüntülerde heykelden geriye bir şeyin kalmadığı görülüyor. Saldırıyı kimin düzenlediği ise tespit edilebilmiş değil. Muhammed Ali Cinnah kimdir? 1876 yılında Karaçi'de doğan Cinnah, aslen Nizari İsmaili asıllı Şii bir aileye mensuptu. Cinnah'ın ailesi aslen Guceratlı Hintlilerdi. İlerleyen yıllarda İsmaili Şiilikten İmamiyye Şiiliğine geçti. Cinnah bölgedeki "Cathedral and John Connon School" ve "Hıristiyan Misyoner Topluluğu Okulu" gibi Hıristiyan okullarında ve Sind'deki Medresetu'l İslam isimli üniversitede okudu. Ardından İngiltere'ye giderek hukuk eğitimi gördü ve avukat oldu. Uzun yıllar boyunca İngiltere'de kalan Cinnah daha sonra Hindistan'a döndü ve Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılma sürecinde lider rolü oynadı. Cinnah, yeni kurulan Pakistan'ın kurucu lideri oldu. 1948 yılındaki ölümüne kadar ülkeyi yöneten Cinnah, halen ülkede "Kaid-i Azam" (Büyük Önder) sıfatıyla bir lider olarak görülüyor.

Budist milisler 100’den fazla Arakanlı Müslümanı katletti

3 ay önce Myanmar'ın batısındaki Arakan eyaletinde Arakanlı Müslümanları hedef alan katliamlar sürüyor. Bölgede Myanmar ordusuyla Budist silahlı grupların saldırılarının arasında kalan Arakanlı Müslümanlar ağır kayıplar yaşıyor. Yerel kaynakların aktardığı bilgilere göre, Arakan Ordusu isimli Budist milis grubun saldırıları sebebiyle yüzlerce Arakanlı Müslüman Maungdaw yerleşimini terk etmek zorunda kaldı. Yerleşimi terk ederek kırsal bölgelere giden Arakanlı Müslümanlar ise bugün Naf Nehri kıyısında Arakan Ordusu tarafından insansız hava aracı saldırılarıyla hedef alındı. Saldırılarda 100'den fazla Arakanlı Müslümanın katledildiği bildirildi. Öte yandan bölgedeki diğer saldırılarda da onlarca Müslüman hayatını kaybetti. Yerel insan hakları aktivistlerinden Wai Wai Nu, bölgede yaşananlara ilişkin sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: "Maungdaw'daki durum şu anda ölümcül bir felakete dönüşmüş durumda. Arakanlı Müslüman sivillere yönelik vahşet her geçen saniye artıyor. Oradakiler bana şehir merkezinden tamamen sürüldüklerini ve şu anda Myanmar-Bangladeş sınırı boyunca sıkışıp kaldıklarını söylüyor. Arakan Ordusu tarafından 50'den fazla Arakanlı Müslüman sivilin toplu olarak öldürüldüğü ve diğer pek çok vahşetin yaşandığı bilgisini alıyorum. Arakanlı Müslümanlar ayrıca Myanmar cuntası ve Arakan Ordusu arasındaki silahlı çatışmalarda insansız hava araçları ve ağır silahlarla öldürülüyor. Cuntanın yenilgiyi kabul edip etmediği henüz belli değil." Bölgede son dönemde Müslümanlara yönelik ihlallerin şiddetlendiği dikkat çekiyor. Geçmiş yıllarda soykırıma varan saldırılara maruz kalan Arakanlı Müslümanların büyük bir kısmı topraklarını terk etmişti.

SAĞLIK
"Tıbbın İfsadı", küresel tuğyanın her alanda olduğu gibi tıp, gıda, sağlık alanlarında da insanları köleleştirme ve kapitalizm çarkları arasında ezme projelerine dair detaylı bilgiler, açıklamalar içeren göz açıcı bir kitap. Doğal ve helâl tedavilerin savunucusu olan Dr. Bekir Tok'un kaleme aldığı bu kitabı küresel tuğyanın hipnozundan uyandırmak istediğiniz yakınlarınıza okutmalısınız. Geçtiğimiz yıllarda sahnelenmiş olan Covid plandemisinde de kınayıcıların kınamasından çekinmeden hakkı haykıran, bağımsız ve vicdan sahibi doktorlardan olan Bekir Tok'un tıp dünyasının işleyişi ve iç yüzüne dair dile getirdikleri can kulağıyla dinlenmeli. Kitabın özünde, şeytan aleyhillâne ve avaneleri tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan dünya düzeninin; insanlığı maddi ve manevi olarak sömürmek, tevhid üzere yaratılmış olan fıtratlarını bozmak, köleleştirmek ve Allah subhanehu ve teâlâ'ya şirk koşturmak üzere tasarlandığı vurgulanıyor. Bu şeytani oyunlara kanıp da şirk bataklığına düşmemek için ise okumamız, araştırmamız, sorgulamamız gerekiyor. Dünyada ve ülkelerde kurulu şeytani sistemden elinden geldiğince teberri etmeye çalışan kullarına Allah Tebareke ve Teâlâ yardım edip kolaylaştıracaktır. Kitaptan bazı alıntılarla okurlarımızı baş başa bırakıyoruz. Tüm altını çizdiğimiz kısımları paylaşmak isterdik lakin şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. Kitabın son sayfalarını mutlaka okumalısınız. 285. sayfadan başlayan "Şifa Kavramı" ve bir sonraki bölüm olan "Ölçüler ve Sonuç" kısımları mutlaka okunmalı. Kitaplığınızda bu kitap mutlaka yer almalı. Eşe dosta tavsiye etmeli, ödünç vermelisiniz. Çocuklarınıza anlayacakları dilde anlatmalısınız. -ALINTILARIN BAŞLANGICI- "Rockefeller ailesini duymuşsunuzdur.; 19. yüzyılın sonlarında kurdukları Standard Oil şirketi ile adlarını duyuran bu aile, buradan yola çıkarak; tarım, eğitim, siyaset, tıp gibi bir çok alanda ahtapot gibi kolları dünyayı sarmış, ülkeleri ve yöneticilerini istediği gibi parmaklarında oynatmıştır. Bunun gibi Rothschild ailesi ile Bill Gates gibi isimler ve son meşhur isim Elon Musk gibiler; dünya siyasetini ellerinde bulundurdukları servet ve güç ile istedikleri gibi yönetir olmuşlardır. Bugün hangi taşı kaldırsanız, hangi şirketi araştırsanız bu aileler karşınıza çıkmaktadır. Görünen o ki, şeytani düzeni kuran, devam ettiren, birçok alanda istedikleri gibi at koşturan isimler bunlar. Asrımız ulus devletleri bu isimlerin yeryüzündeki emellerini rahatça gerçekleştirebilmek için onlara maşa görevi görüyor." (s. 45) "Doğa gezilerinin yerini AVM gezileri aldı. Saatsiz ve penceresiz AVM'lerde sinema, yemek, mağaza üçgeninde dolanarak mutlu olunur sandık. Sinemada beynimizi, yemekte bedenimizi, mağazada nafakamızı kirlettik. Dağda, ağaç altında temiz bir nefese, AVM'nin esans kokularını ve radyasyon dalgalarını tercih ettik." (s.65) "Son yüzyılın fesad düzeni; şeytanın on binlerce yıllık tecrübesi ve ustalığı ile hazırlandı. Kendi vurup kendi ağlayan, sahneyi yazıp oyuncuyu eleştiren bir düzen bu; tavşana kaç, tazıya tut diyen... Nasıl mı? Faizi serbest bırakır, her köşe başına banka açar, bankaya uğramayacak birini bile maaş bahanesiyle bankayla barıştırır; sonra faiz bataklığına batan insanları camilerde 'Faiz haramdır.' diye uyarır. Kumar 'Milli Piyango' adı altında bizzat devlet tarafından oynatılır. Her yerde kumar resmi-gayrı resmi yaygınlaştırılır, sonra televizyonda kumarın haram olduğunu anlattırır düzenin hocalarına. Kadını kadınlıktan, erkeği erkeklikten çıkarır; diziler ve filmler aracılığıyla şiddete, çıplaklığa ve zinaya özendirir, kadını her yerde ticari obje olarak kullanır... Sonra 'Kahrolsun kadına şiddet' diye bağırır televizyonlardan... Genelevlerini resmi olarak işletir, polislerini başına diker, doktorları ile düzenli muayenelerini yaptırır... Sonra 'Aile toplumun yapı taşıdır.' der... Uyuşturucu baronlarını alttan alta destekler, milyar dolarlık ticaret ağlarına göz yumar, arada bir baskınla devede kulak denebilecek bir miktarı yakalayıp 'Uyuşturucu ile mücadele ediyoruz' der... Memleketi küresel dev firmalar parsellerken, çıkıp televizyonlarda 'yerli üretim' nutukları attırır bu düzen... Memleketin her karışına askeri üsler inşa edilirken, bağımsızlığın ne kadar önemli olduğu yazar okul ders kitaplarında... Ekini ve nesli ifsad ederken, 'Biz ıslah ediciyiz' der kısaca bu düzen... İşte bu düzenin sistemsel bir parçası olan 'demokrasi' ile, tüm insanlığa bu projelerin ve ifsadın bir parçası olma yolu açılır. İnsanlık, seçtiği vekilleri aracılığıyla istemeden de olsa bu düzenin bir parçası hâline gelir. İslâmi söylemlerle yöneticiliğe vekâlet istense bile, bu kara deliğe girişin cicili ambalajla süslenmiş bir paketidir bu yöntem. Zira bu sisteme biat etmeden en ufak taşraya bile yönetici olmanıza katiyen izin verilmemektedir." (s.74) "Yeni Dünya Düzeni; Allah'ın şu son birkaç yüzyılda, insanları imtihan etmek için mücrimlere 'es-Sabur' ismiyle verdiği mühletin neticesinde kurulmuş ifsad düzeni... Allah azze ve celle insan bu mühleti verince tüm âlem çamurdan yaratılan basit bir varlığın ne kadar azgınlaşabileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini daha iyi görmüş oldu. Sonuçta bu kadar karmaşık bir düzenin temelinde basit bir gerçek yatmaktadır: dünya hırsı... Sonsuz yaşama arzusu, daha çok kazanma duygusu; hiç şüphesiz aynı vaadlerle atamız Âdem (as)'ı kandıran şeytanın bu düzenin mimarı olduğunu gösterir." (s.75-76) "Yediğimiz içtiğimiz ürünlerin mümkün olduğunca piyasadakilerin en doğalı olmasına özen gösterelim. Bunu ibadetlerden zevk alabilmek, dünyevi ve uhrevi görevlerimizi daha zinde ve kolay gerçekleştirebilmek için yapmamız gerek. ... İçinde muhtemelen haram maddeler bulunan ve dolayısıyla yenmesi de şüpheli olan maddeleri tükettiğimiz ve bu problemi de önemsemediğimiz hâlde ne kadar takvadan söz edebiliriz?" (s.133) "Çocuklarının ufacık burnu aksın, ufacık ateşi çıksın soluğu hastanede alan aileler çocuklarına büyük kötülük yapıyor." (s.149) "İnsan hayatta yaşadığı zorluklar, kötü anılar, eziyetlerle vardır. Kiminin imtihanı ağır, kimininki hafiftir, Düşünsenize Peygamberimiz Muhammed (sav)'in hayatı boyunca çektiği sıkıntıları? Sahabenin... Onlar da mı antidepresan kullanmalıydı? Hayır, tam da yukarıda bahsettiğim gibi, her iki dünyada da insanı mutlu edecek ve çektiği zahmetleri ona rahmet kılacak olan doğru temeller üzerine oturmuş bir inançtır. Bu olduktan sonra Eyyub (as) gibi en ağır hastalıklara da müptela olsanız, çoluğunuzu çocuğunuzu kaybetseniz, siz yine de sığınacağınız kapıyı bulabilirsiniz." (s. 178) "Adı üstünde bunlar 'ruh sağlığı' hastalıkları. Maddi hastalıklar değil. Bunlar tavuklar gibi insanların köleleştirilmesi, idealsizleştirilmesi, doğal yaşamından ve ortamından koparılması, hep kendisinden üstte olan yaşamlara özendirilmesi, fıtratına en uygun din olan İslâm'ın terbiyesinden uzak kalınması neticesinde ortaya çıkan hastalıklar olduğu için öncelikli olarak bu kısır döngüden kurtulmanın yollarına bakmak gerek." (s.179) "Hep bahsettiğimiz gibi tüm bozgunların sebebi şeytan. Bozgun/fesad, bir zincir şeklinde ona tabi olanlar aracılığıyla ilerlemekte. İnsanlık topluca Allah'ın ipine sarılmak yerine şeytanın tahakkümüne razı olduğunda çorap söküğü gibi topraktan semaya tüm varlıklar ifsad çarkını döndürmeye başlamakta." (s.187-188) "Şeytanın en büyük amacı ne para, ne insanların kısır olması, ne de mülk mevki vb.dir. Şeytanın en büyük amacı daha çok insan Allah'a kendisi gibi başkaldırsın, daha çok insan Allah'ın ebedi azabında kendisine arkadaş olsundur." (s.189) "Buraya kadar yeryüzünde şeytanın temsilciliğini yapan bu güçler kazandı, insanoğlu onların köleliğini yaptı, hatta insanlığı zehirledikleri ürünleri imal eden fabrikalarda bile onlara kölelik etti. Doğal olarak -manevi anlamda- kalbi kararan insanoğlunun sağlığı da bozuldu. Bu sefer sağlığı düzeltmeyi, hastalıklara şifa dağıtmayı da sözde üstlenen bu sistem; bir çark da bu büyük çarka ekledi, böylece hem insanların fıtratını bozarken, hem de onları iyileştirdiğini iddia ederek servetler kazandı. Keşke iyileştirseydi, ama amacı iyileştirmek de değildi, çünkü iyi ve sıhhatli olan insanlar onlara müşteri değildi. Bu yüzden ilaçlar, tedavi etmesi için değil; anlık olarak rahatlatıp, hastalığı sürdürecek şekilde tasarlandı." (s.189) "Devlet bir şekilde ya 'sağlık' adına ya da başka kalemler adına halktan topladığı milyarları bu ilaç firmalarına dolaylı yoldan ulaştırmış oluyor. Neden her içtiğimiz, yediğimiz, giydiğimizin yarısı vergi; neden aldığımız arabaya yüzde yüzden fazla vergi konuluyor ve neden yakıtı bu kadar pahalı kullanıyoruz sorularının cevabı burada yatıyor. Vergi adı altında bir de 'kutsal' ibaresi yapıştırılarak sağlık sektöründe olduğu gibi her sektördeki para babaları bu şekilde zavallı halkların sırtlarından adeta bir sülük gibi geçiniyorlar." (s.208) "Kızamık aşısı olmayan çocukta en ufak kızarıklık görse çocuk doktorları hemen 'Gördün mü bak çocuğun kızamık oldu, şimdi bundan dolayı ölse ne olacak?' deyip, 'Hemen kızamık aşısı yapmalıyız.' diyerek aileyi baskı altına alması çokça duyduğum yaşanmış olaylar. Bu tarz olaylarda yanlış teşhis söyleyerek aileyi korkutma, kızamık gibi bir hastalığın ölüm oranı çok daha düşük olmasına rağmen sanki her hasta olan ölüyormuş izlenimi uyandırma, tıbbi bir uygulamayı psikolojik baskı ile dayatma gibi birçok yanlış var. Teşhis doğru olsa bile hastalık anında tekrar aşı yapmanın gereksiz olması da ayrı bir facia. Tıbbın çoğu zaman 'dogma'lara bel bağladığı ve bağnazca savunulan gelenekleri barındırdığını gösteren bir sahnedir bu." (s.213) "Modern tıp, organların bozulmasını önlemek ya da bozulmuşu tedavi etmek yerine, yerinden çıkarmayı çoğu zaman tercih ediyor." (s.213) "Türkiye'de ilaçların etkinliklerini ve fiyatlarını, gerekli olup olmadığını kim, nasıl denetliyor, denetleyenlerin yetkinlikleri nasıl ve bunları etkileyen, suistimale zorlayan odakların olup olmadığı karanlıktır." (s.229) (Not: Bu konu hakkında delilleriyle gerçekleri görmek isteyenler Soner Yalçın'ın SAKLI SEÇİLMİŞLER ve KARA KUTU isimli kitaplarını okuyabilir) "Bir de şu algı vardır ki, empati yapmakta fayda var: Koca koca tıp kitaplarında gribal enfeksiyonların tedavisinde ada çayı bahsedilmezken, halkın gelip de 'Kullanalım mı?' sorusu cahilce(!)dir. Ne yani koskoca bilim bunu bulamamış da basit bir köylü mü iyi geleceğini iddia ediyor. Oysa bitkilerle ilgili veya diğer geleneksel tedavilerle ilgili çalışma yapan bağımsız kaynaklar da vardır; ancak tıp kitaplarını ve protokollerini belirleyen camialar bunları dikkate alacak kadar saf değildir. Bunun bir sebebi tabiatta doğal hâlde bulunan bir bitkinin patentlenemeyeceği gerçeği ve buna bağlı olarak Allah'ın arzında birçok yerde biten bu bitkilerin kazanç kapısı olmamasıdır." (s. 235) "Dağda kendi başına hayvanlarını otlatan yaşlı kadını 'Neden maske takmıyorsun?' diyerek uyaran jandarmanın videosu oldukça trajikomikti. Akşama kadar toz, toprak, salya, sümük ile şekilde şekle giren maskenin içine nasıl oluyorsa sadece koronavirüs giremiyordu!" (s.241) "Sonuç olarak, dünyayı ifsad etme, insanları daha kolay yönetilebilir köleler hâline getirme amacındaki dünya ekâbirlerinin amaçlarına ulaşabilmek için tıbbı ve sağlığı en büyük silah olarak kullanmaları mide bulandırıcıdır. Asıl üzücü olan ise, bu zayıf hileleri ile peşlerinden sürüklediği milyarlarca düşünmeyen, akletmeyen insan yığını ile aynı gemide olmaktır." (s. 244) "Aşı bilim dünyasının kutsallarındandır. Aşı ile hastalığı önleme mantığı aslında bir teoriden öteye gitmese de yine de bu teoriye karşı gelen doktorlar; çalışmalarına, uzmanlıklarına bakılmadan tıp dünyası tarafından alaya alınır, aforoz edilir. Aşı dokunulmazdır, yoruma açık değildir. Aşı hakkında soru sormak bile cehalettir birçoğunun gözünde. Ama bir kere merak edip 'Neler dönüyor?' sorusunu sorabilmek önemlidir." (s. 261) "Yalnız aşılar kendi başlarına sadece mikroptan oluşmuyordu. İçerisinde bu zayıflatılmış mikrobun üretilerek aşıda kullanılabilmesi için maymun, domuz, inek, tavuk gibi hayvanların hücrelerinin bulunduğu kültürler kullanıldı. Üretilen mikroplar kültürden alınıp aşı flakonuna aktarılırken, kültüre ait DNA parçaları da numuneye karışır. Dolayısıyla kişiye zerk edilen aşının içerisinde bu hayvanlara ait DNA parçaları da kana verilmiş oldu. Ayrıca yine koruyucu olması ve etki etmesine yardımcı olmak amacıyla civa, alüminyum gibi ağır metaller de aşıların içerisine katıldı. Burada sorunlar baş göstermeye başladı." (s.260) "Çocuklarımızın televizyonlarla nasıl hipnoz edilip yönetildiğini görmüyor muyuz? Aşıdan önce, çocuklarımızın beyinlerini dumura uğratan, çöp tenekesine çeviren eğitim sistemlerini sorgulamalıyız. Çocuk ağlamasın diye ağzına cips, eline akıllı telefon verdikten sonra, aşıların çocukların zihinlerini etki altına aldığını konuşmak tutarsızlık..." (s.270) "Özgür bir şekilde düşünmeye izin verilmiyor. Devlet kontrolünde tek tip eğitim, diyanet kontrolünde din, yine üstten kontrol edilen tek tip medya ile tek tip zihinler oluşturulmak isteniyor. Böylece yığınlar 'köle' isminin rahatsız edici tınısına takılmadan hizmet etmeye devam ediyorlar. İşte buna modern kölelik diyoruz. İnsanlık belki zincirlerle bağlanmıyor, bir yerlerde hapsedilmiyor ancak günlerinin tamamını çalışmakla geçiriyorlar, düşünmeye fırsat bulamıyorlar, bu kadar çalışmalarının karşılığında verilen az miktar para, ağır vergilerle kendilerinden geri alınıyor. Böylece bu yalancı döngü ile insanlar gizli köleler hâline getiriliyor." (s.271) "Aşk diye bir terim kutsallaştırıldı. Sahi Müslüman olduğunu iddia eden herkese sormak gerek, 'aşk' kavramını hangi ayet ya da hadiste duydunuz? Tüm çizgi filmler, sinema filmleri, diziler, tiyatroların vazgeçilmez teması 'aşk' değil mi? Gözümüzün içine yıllardır o kadar soktular ki, artık evli olmayan bir çiftin el ele tutuşması hemen herkes için normal bir hâle geldi. Normalleştirme aşama aşama devam etti., her çıkan film 'daha cesur' idi. Bu şekilde toplum dönüştürüldü, zina yaygınlaştırıldı. Yıl 2022 olduğunda, sokakta alenen zina edenleri medyada her gün duymaya başladık. Kıyametin alametlerinin birer birer önümüze çıkması sürpriz değil." (s. 274-275) "Hayatın her alanında fıtrata en uygun düzen bellidir: Allah azze ve celle'nin emrettiği ve Resul'unun örneklendirdiği aile hayatı...'Atalarımın yolunda giderim, geleneklerden şaşama' zihniyetinde olan aileler gibi, her daim moda akımların peşinden gitmeye çalışan sözde modern aileler de bu dengeyi gözetmediği sürece yanılmaya ve hata etmeye devam edeceklerdir." (s.282) "Gerçek bilgelik, sunulan moda akımları takip ederek istenilen formda sürekli güncellemek değil, şeytanın ve uşaklarının tuzaklarına karşı, kendisini ve ailesini koruyabilecek dik duruşu gösterebilmek, bunun için de bu tuzakları en iyi şekilde fark ederek kendisinden ve etrafından def edebilmektir." (s. 283) "Doğru olan Allah azze ve celle'nin hastalıkları ya bunu kullarını imtihan etmek adına sebepsiz yere ya da kullarının yaptıkları cürümleri affetmek adına bir vesile olarak vermesiydi. Emanet olarak kendilerine bahşedilen vücuda kendi elleriyle hunharca davranmaları da çoğu zaman hastalık için sebepti. Aynı şekilde şifayı da Allah azze ve celle verirdi ve bu bölüştürülebilen, başka varlıklara da lütfedilmiş bir yetki değildi. Eğer insan şifayı başka kaynakta ararsa Allah azze ve celle'ye şirk koşmuş, haram olan nesnelerde ararsa Allah'a isyan etmiş olurdu. Şeytan için vazgeçilmez bir alandı sağlık alanı bu yüzden." (s.285) "İşte maddeci anlayışın dünya hayatına ve maddeci tıbbın da alt başlık olarak insan sağlığına bakışı bu denli sakattır. Oysaki doğru olan anlayış; kurulmuş muazzam sistemde oynamalar olduğunda, yani hastalıklar ortaya çıktığında, başka yerleri de oynayıp işi içinden çıkılmaz hâle getirmek değil, bu düzeni nahif bir elle, hafif dokunuşlarla ve sistemin sahibinin de yardımını alarak eski hâline getirme çabasıdır." (s.288) "Sihirbazların bir toplumdaki en önemli görevi eğriyi doğru, doğruyu eğri göstererek, yapmadıklarını yapmış gibi göstererek insanları aldatmak, kendilerine hayran bırakmak, etkilemek ve bu yolla da zihinlerini kontrol altına almaktır. Kralların en sevdiği yardımcılarındandır sihirbazlar.... Eğer birisi bir gün beş dakika tefekkür eder de: ' Bu kral da bizim gibi bir insan, yemek yer, defi hacet için tuvalete gider' gibisinden "terörist" düşüncelere kapılır da kralın insanlara uygun gördüğü 'dini' sorgulamaya başlarsa, bu krallığın akıbeti açısından tehlike oluşturacağından hiç hoş görülmez. Sihirbazların devreye girdiği nokta da budur. Nitekim tağutların Kur'an'daki temsili olan Firavun'un da yardımcılarından en gözde makamlardan birini bu sihirbazlar dolduruyordu." (s.293-294) "Sahi vücutlarınız sahte gıdalarla hasta edilirken hasta bedenler ve zihinlerle Allah'ın sizin için çizmiş olduğu idealleri gerçekleştirebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Bizleri köle olarak gören, iş gücümüzden faydalanan her türlü ticaretimize ortak olup bizle beraber asalak gibi kazanan, vergilerle sırtımızı ezen Firavunların size layık gördükleri ama kendileri yemedikleri besinlere, hürriyete rağmen tamah mı edeceksiniz?" (s.312) -ALINTILARIN SONU-

Kedi Kadar Kıymeti Olmayan Bebekler

10 ay önce Türkiye'de "Parasetamol", yurtdışında "Acetaminophen" olarak bilinen ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak piyasaya sürülmüş Rockefeller tıbbı firmalarının insanları zehirlemede kullandığı toksik maddelerden biri hakkında bilim dünyası uyarıda bulunuyor. Türkiye'de etken maddesi Parasetamol olan ilaçlar arasında en bilinenleri ve en yaygın olarak kullanılanları Parol, Minoset, Calpol, Vermidon, A-ferin, Gripin, Panadol, Tylenol (Tylol)'dur. Esas problem; bebek ve çocuklarda ateş, soğuk algınlığı vb. durumlarda doktorların sıklıkla reçete ettiği, anne babaların ise son derece rahat bir şekilde çocuklarına verdiği parasetamol içerikli ilaçlarda, örneğin Parol ve Calpol'dedir. Güncel bağımsız bilimsel çalışmalar göstermektedir ki; PARASETAMOL ZEHRİ BEBEK VE ÇOCUKLARDA NÖROLOJİK HASARA SEBEP OLMAKTA, GELİŞİM GERİLİĞİ, DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE OTİZM SPEKTRUMU HASTALIKLARINA YOL AÇMAKTADIR. Bilimsel makale için tıklayın. Günümüzde hemen her çocukta görülen bu nörolojik hastalıkların bu kadar artmasının başlıca sebeplerinden biri çocukluk çağı aşıları olmakla beraber, diğer sebebi ise; her hastalıkta, her ateşte ve her ağrıda çocuklara kaşık kaşık içirilen Parasetamol içerikli ilaçlarıdır (Parol, Calpol, Tylol). Bebekliğinden beri her hastalığında, her ateşte bu ilaçları alan çocukların beyinleri geri dönülemez şekilde hasar görmekte ve yukarıda sayılan çağımızın belası nörolojik hastalıklar (Otizm, DEHB vb) çığ gibi artmaktadır. Bilimsel makale için tıklayın. Çocukları bu hastalıklardan muzdarip olan gelen ebeveynler şu ayeti kerime'yi tefekkür etmeliler. "Başınıza gelen her musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir. Hem (Allah) çoğunu da affeder." (42-Şûrâ:30) Konunun kedilerle ilgisi ise aşağıdaki gibi açıklanmaktadır. Kedilerde "glucuronidation" (glukuronidasyon) adlı metabolik proses yetersizdir. Bu metabolik proses, "parasetamol" denen zehrin vücut tarafından işlenerek atılması için gerekli olan bir prosestir. Dolayısıyla kedilere "parasetamol" içeren bir ilaç verildiğinde vücutları bunu işleyemez ve ilacın oluşturduğu toksisite sonucu ciddi hastalıklara maruz kalabilirler ve hatta ölebilirler. (Bilimsel makale için tıklayın.) Veterinerler bu bilgiye sahip olduklarından, kedilere asla Parasetamol kullanmazlar. Yenidoğan bebekler ve küçük çocuklar da tıpkı kediler gibi, Parasetamol'ü işleyip vücuttan atılmasını sağlayan "glucuronidation" (glukuronidasyon) adlı metabolik proses açısından son derece yetersizdir. Yetişkinliğe ulaştıkça bu proses tam olarak gelişmektedir. Dolayısıyla Parasetamol kullanımı yetişkinlere, çocuklarda olduğu kadar zarar vermemektedir. Ne yazık ki, içinde yaşadığımız küresel tuğyanda bebeklerin kedi kadar kıymeti olmadığından; veterinerler kedilere "zarar görürler" endişesiyle parasetamol vermezken, 1980'li yıllardan itibaren çocuk doktorları gönül rahatlığı ile doğumdan itibaren bebeklere Parasetamol vermektedir. Sorgulamayan, araştırmayan ve doktorlara körü körüne itaat eden anne babaların katkısıyla nesiller ifsad olmakta, nesiller hastalanmaktadır. Bunun önüne geçmede en büyük görev yine anne babalara düşmekte olup; bilgiye erişimin son derece kolay olduğu çağımızda, reçete edilen ilaçları çocuklarına kullanmadan önce anne babaların bu ilaçların yan etkileri üzerine araştırma yapıp, mümkün olduğunca doğal ve helâl tedavilere yönelmeleri sağlıklı nesiller için elzemdir.

Çocukluk Çağı Aşıları Tip 1 Diyabete Sebep Oluyor

10 ay önce 13 yaşındaki bir oğlan çocuğu. Spor faaliyetlerinde bulunuyor. Son derece sağlıklı. Rutin doktor kontrolüne gittiğinde idrarda kan şekeri ölçümü yapılıyor. Her şey normal. Aynı gün Difteri-Boğmaca-Tetanoz aşısı (Tdap) ve Menactra adlı menenjit aşısı vuruluyor.  Aşıdan 40 gün sonra 614 mg/dL kan şekeri ve 12.4 HbA1C değeri ile Diyabetik Ketoasidoz Komasına girerek ölümden dönüyor; ama ölene dek ilaç endüstrisinin ürettiği GDO'lu sentetik insülinlere muhtaç olacak şekilde Tip 1 diyabetli bir engelli hâline geliyor. Bu olayın "toksik aşıların" yan etkisi dışında başka bir açıklaması yok. Çünkü aşıyı olmadan birkaç dakika önce çocuğun idrarında kan şekerine bakılıyor ve normal seviyede çıkıyor. Aşıyı vurulduktan 40 gün sonra ise çocuğun son haftalardaki ortalama kan şekerini gösteren HbA1C değeri, normalde 5-6 olması gerekirken, 12 çıkıyor. Tıp sanayisine hizmet eden hemşire ve doktorların hiçbir açıklaması yok. Putları olan aşılara toz kondurmamak için kırk takla atıyorlar. Sadece DBT (Tdap) değil, MMR (Kızamık-Kabakulak-Kızamıkçık), çocuk felci, su çiçeği, mRNA ve bebekler-çocuklar için üretilen daha hangi toksik enjeksiyonlar var ise hepsi bu hastalığı ve daha fazlasını tetikleyebilir, çocuğunuzu öldürüp sakat bırakabilir. Bir modern (!) çağ hastalığı olan Tip 1 Diyabet vakalarının en azından %75'inin çocukluk çağı aşıları sebebiyle çıktığını ortaya koyan makale için buraya tıklayın. Bu makalede, çocuklara aşı yapmayan ABD'deki özel bir pediyatri kliniğinde 25 yıldır tek bir çocukta dahi Tip 1 Diyabet çıkmamış olmasından bahsediliyor. Ve yine aşılı çocuklarda Tip 1 Diyabet çıkma ihtimalinin hiç aşı olmayan çocuklara göre 4.7 kat daha fazla olduğu da yapılan geniş çaplı anketlere dayanarak tespit ediliyor.  Tesadüf mü? Elbette değil! AŞI YOKSA HASTALIK YOK! Yıllara göre bazı ülkelerde Tip 1 Diyabet oranları. 1960'lı yıllarda ve öncesinde Tip 1 Diyabet hastalığı diye bir şey neredeyse hiç yokken, sonrasında, yıllar geçtikçe, çocuklara uygulanan aşıların sayısı 6-7 taneden 50-60 taneye yükseldikçe, hastalık grafiğinin nasıl da yükseldiğine iyi dikkat edin. Günümüzde SMA'dan tutun da ismini sadece birkaç yıl öncesine kadar hiç duymadığımız türlü türlü hastalıkları duymaya başladığımıza da dikkat edin. "İnsanlardan öylesi vardır ki; dünya hayatına dair söyledikleri senin hoşuna gider/sözleriyle seni etkiler. O, kalbinde olanın (iyilik, güzellik, ıslah) olduğuna dair Allah’ı şahit tutar. Oysa o, düşmanın en beter olanıdır.  (Bir işin başına yönetici olduğunda ya da) yanınızdan ayrıldığında yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ekini ve nesli yok etmek için çalışır. (Oysa) Allah, bozgunculuğu sevmez." (2/Bakara: 204-205) Aşılardan sonra Tip 1 Diyabet teşhisi almış olan çocuğun annesiyle yapılmış 30 dakikalık röportaj: https://rumble.com/v36plwy-mother-of-child-who-got-type-i-diabetes-from-vaccine-injection-speaks-out.html https://rumble.com/v36plwy-mother-of-child-who-got-type-i-diabetes-from-vaccine-

SURİYE
Bir insan hakları grubu Cuma günü yaptığı açıklamada, Suriye'de aralarında binlerce çocuğun da bulunduğu 113 binden fazla kişinin alıkonulduktan sonra kaybolduğunu ve halen bulunamadığını belirtti. Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), aralarında 3 bin 129 çocuğun da bulunduğu en az 113 bin 218 kişinin Suriye'de tutuklandıktan sonra halen kayıp olduğunu ifade etti. SNHR'nin Mart 2011'den Ağustos 2024'e kadar olan dönemi kapsayan rakamlarına göre, Esed rejimi güçleri toplam kayıpların yüzde 85'inden fazlasından sorumlu. SNHR, kayıpların yüzde 8'inden ise IŞİD'in sorumlu olduğunu ifade etti. SNHR her yıl düzenlenen Uluslararası Kayıplar Günü'nde yayınladığı raporda "Suriye rejimi zorla kaybetme uygulamasını, kontrolünü sağlamlaştırmak ve muhaliflerini ezmek için stratejik bir araç olarak kullandı" dedi. Raporda "Zorla kaybetme mağdurlarının muazzam sayısı, bunun on binlerce tutukluya karşı yaygın bir şekilde yürütülen sistematik ve rutin bir uygulama olduğunu doğrulamaktadır. Bu durum insanlığa karşı bir suç teşkil etmektedir." ifadelerine yer verildi. SNHR, halen cezaevlerinde bulunan veya zorla kaybedilmiş olan kişilerin toplam sayısının 5 bin 274'ü çocuk olmak üzere 157 bin 634 olduğunu kaydetti. SNHR İcra Direktörü Fadel Abdul Ghany, New Arab'a verdiği demeçte, "Suriye'deki keyfi gözaltıların büyük çoğunluğunun, özellikle de rejim söz konusu olduğunda, zorla kaybetmeye dönüştüğünü" vurguladı.

Suriye’de Türk-Rus ortak devriyeleri yeniden başladı

2 ay önce Suriye'nin kuzeyinde Türkiye ile Rusya arasındaki ortak askeri devriyeler, yaklaşık bir yıllık aradan sonra, Perşembe günü yeniden başladı. Milli Savunma Bakanlığı devriyelerin yeniden başladığını duyurdu. Türkiye ile Rusya arasında 2019 Soçi mutabakatı kapsamında başlatılan devriyeler, artan güvenlik endişeleri nedeniyle Eylül 2023'ten bu yana askıya alınmıştı. 22 Ağustos 2024 tarihinde gerçekleştirilen devriyeye ikisi Türkiye'ye ikisi ise Rusya'ya ait olmak üzere 4 zırhlı araç ve toplam 24 asker katıldı. Türkiye ile Rusya arasında bölgede gerçekleştirilen devriyeler 2019 yılında Türkiye'nin gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekatı sonrası başlamıştı. Barış Pınarı Harekatı'nın sonlandığı tarihten bu yana Türk tarafı ile Rusya arasında bölgede birçok defa ortak devriye faaliyeti gerçekleştirildi.

Tahran Büyükelçisi Kırlangıç: Suriye ile normalleşme için İran’ın desteğine ihtiyacımız var

2 ay önce “Suriye ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda İran'ın yapıcı rolüne ihtiyacımız var." diyen Hicabi Kırlangıç, "Suriye ile ilişkiler kurmak istiyoruz ve Suriye ile görüşmelerin sürdürülmesinde İran'ın rolünün önemli olduğunu düşünüyoruz" dedi. şeklinde konuştu. İran'da devlete bağl Tesnim ajansına konuşan Kırlangıç'ın ifadelerinden öne çıkanlar şu şekilde: - Tesnim: Bölgesel konularda İran ve Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri Suriye bölgesi. Geçtiğimiz ay boyunca Sayın Erdoğan ilişkileri normalleşme arzusunu defalarca dile getirdi ancak Suriye'nin de bir şartı vardı: Türk askerinin geri çekilmesi. Türkiye'nin bu konuda Suriye tarafının kuzey sınırlarını koruyamayacağı şeklinde bir cevabı var. Görünen o ki taraflar müzakerelerin başlatılması için ön koşullar koymuşlar, bu durum nasıl ilerleyecek? Şam'ın durumunu makul görüyor musunuz? Kırlangıç: Suriye bizim en yakın komşularımızdan biri ve kültürel olarak da bize yakın ülkelerden biri. Geçmişte Suriye ile özellikle terör alanında çeşitli sebeplerden sorunlar yaşadık ama sonraki dönemlerde Suriye'de hepimizin bildiği olaylar yaşandı. Belki İran ve Türkiye'nin bu konuda farklı görüşleri vardı ama her halükarda Suriye'de bir insan hakları sorunu var. Suriye hükümeti ile halkı arasında açık bir ayrılık var ve Türkiye ile Ürdün'e göç eden Suriyelilerin sayısının çokluğu bunu açıkça gösteriyor. Bu konuda Türkiye elinden geleni yaptı. Bundan önce sürecin buraya geldiği günümüze kadar Suriye ile istişarede bulunma çabası içindeydi. Ama burada büyük güçlerin, özellikle de bölgede çıkan güçlerin oyunu etkili ve bunun önlenmesi için hem Türkiye'nin hem de Suriye'nin dikkatli hareket etmesi gerekiyor. Suriye'de halkıyla barışık olmayan bir yönetim olabilir ama diğer güçlerin de farkında olup dikkatli kontrol etmemiz gerekiyor. Bu konuda yapıcı adımlar atmaya çalışıyoruz. Bunu yetkililerimiz de söylüyor. Belki Suriye kendi açısından haklı görünüyor olabilir ama Türkiye, Amerika'nın Kuzey Irak'a hakim olduğu dönemden bu yana yaşadığı deneyimlere göre terör sorununu çok iyi biliyor ve buna göre önlem alıyor. "Ordumuzun orada olmaması ABD kaosunun önünü açmak anlamına geliyor" Aslında Türkiye'nin başka ülkelerin topraklarında gözü yoktur ve sadece kendi güvenliğini sağlamaya çalışmakta ve bu yönde tedbirler almaktadır. Türkiye, Suriye'nin toprak bütünlüğüne en çok önem veren ülkelerden biri. Suriye'nin parçalanması, bölgedeki krizin daha da artması anlamına gelmekte olup, Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunması bizim için her zaman önceliklidir ve bu konudaki tavrımız oldukça açık ve nettir. Suriye ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda İran'ın yapıcı rolüne ihtiyacımız var. Suriye'nin bize sunduğu şartlara dair elimizde belgeler de var. Terör tehdidinin olmaması ve bu konuda tedbirlerin alınması, yabancı güçlerin Suriye'den çekilmesi; ordumuzun orada olmaması Amerika'nın kaosunun önünü açmak anlamına geliyor. Rusya orada ve başka bazı ülkeler ve bazı terör grupları orada örgütleniyor ve ABD burada açıkça yardım ediyor, biz de bunun farkındayız ve yaklaşımımız net. Suriye ile ilişkiler kurmak istiyoruz ve Suriye ile görüşmelerin sürdürülmesinde İran'ın rolünün önemli olduğunu düşünüyoruz. "İran, Suriye’yi barışa teşvik edebilir" Bu konuda İran'la da çaba ve temaslarda bulunuyoruz, bölgenin bu sorunlara tahammül edecek durumda olmaması nedeniyle yakın gelecekte ileri adımlar atmak için razıyız ve umutluyuz. Gerçekten kendi kararlarımızı verip bölgede barışı tesis etmeliyiz. Gerçekten kendi kararlarımızı verip bölgede barışı tesis edip istikrara kavuşturmamız lazım. İran ve Türkiye bu konuda büyük rol oynuyor, özellikle İran'ın Suriye ile olan ilişkisi, Suriye'yi Türkiye ile barışa teşvik edebilir. "İran, Suriye'de yapıcı rol oynayacak güce sahip" - Tesnim: Geçtiğimiz ay boyunca Suriye'nin kuzeyinde olaylar yaşandı ve Suriye Demokratik Güçleri tarafından seçimler planlandı. Bunun Türkiye'nin on yıl sonra Şam'la ilişkileri normalleştirmeye yönelmesiyle mi, yoksa Suriyeli mültecilerin Türk toplumuna uyguladığı baskıyla mı ilgisi var? Kırlangıç: Her biri kendi çapında etkili ama hepsi bu kadar değil. Suriye'nin kuzeyinin Suriye'den ayrı olması ve seçim planlaması ne Suriye'nin ne de Türkiye'nin çıkarına. Biz bu konuda gerekli tedbirleri alıyoruz, aksi yönde hareket etmek tehlikelidir ve Suriye'nin toprak bütünlüğünün bozulmasına neden olur, bunun arkasında kimin olduğu bellidir, biz de buna karşıyız. Biz aslında sorunları çözmek, çözüm bulmak, dostluk eli uzatmak için varız ama Suriye artık kendi kendini yönetebilecek duruma geldi. Ama askeri alanda zayıf ve bu zayıflık da işi zorlaştırıyor. Yeniden ilişki kurmanın sebeplerinden biri de bu krizin çözümüne yardımcı olmak olabilir. Burada İran'ın yapıcı bir rol oynaması bekleniyor çünkü İran bu güce sahip ve özellikle emperyalizmin bölgedeki planlarını bozmaya çalışıyor. - Tesnim: Türk yetkililer defalarca Suriye'nin toprak bütünlüğüne gözlerini dikmediklerini söylediler. Ancak öte yandan Türk askeri güçlerinin son birkaç yılda Suriye'nin kuzeyinde ve Irak'ta birçok operasyon gerçekleştirmesi, hatta bu bölgelerde kalıcı ve geçici askeri üsler kurması, Türk yetkililerin açıklamalarıyla çelişiyor. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? "Diğer ülkeler orada ne arıyor?" Kırlangıç: Bu çelişkiyi nasıl gördüğünüzü anlamıyorum. Suriye'de terör faaliyeti var ve Suriye bunu durduramıyor, Türkiye de kendi topraklarını terörden korumaya çalışıyor. İçeriden terörle pek çok mücadelemiz oldu ama terörün yoğunlaşması Kuzey Irak ve Kuzey Suriye'de devam ediyor ve bunu önlemek için bu önlemleri almak zorundayız ve bu yüzden askeri olarak orada konuşlandık ve her zaman oradaydık. Bunu duyurduk. Bu ihtiyaçlar ortadan kalktığında Türkiye'nin askeri sistemleri artık orada çalışmayacaktır, biz de bunu her zaman söyledik ve toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz. Ama şunu da sormak lazım, oradaki diğer ülkeler ne arıyor? Ayrıca Irak ve Suriye'nin komşusu değiller ama güçlü üsler kuruyorlar. Temel olarak onlara sormalısınız. "Kuzey Suriye ve Kuzey Irak'taki tehditlerin sona ermesiyle üslerimiz çalışmalarına son verecek" Tesnim: İşgalci olarak varlar ama Türkiye işgalci olmayan bir güç olarak kalıcı bir üs kurmuş durumda. Kırlangıç: Kalıcı üs olarak önerdiğimiz şey, tehditler sona erdiğinde sona erecek ve bu, yetkililerimiz tarafından da ifade edildi ve tüm komşu ülkeler bizim bir sorun veya tehdit olarak görülmediğimizi biliyor. "Türkiye, İran'ın Gazze konusundaki çabalarını takdir ediyor" Tesnim: Bir sonraki konumuz Gazze savaşı. Bu trajedinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti ve Türkiye, ateşkesin arabuluculuğu ve garantörü rolü de dahil olmak üzere birçok girişimde bulundu ve ardından İsrail rejimiyle bağlarını kesti. Artık mesele İslam ülkelerinin bu rejime baskı yapmak için işbirliği yapması ve bu rejimin Lahey Mahkemesi'ndeki davasıdır. İran, Suudi Arabistan ve Türkiye arasında İsrail rejimine baskı yapmak için bir iş birliği planı var mı? Kırlangıç: Tabii çok acı verici bir durumdan bahsediyoruz. Yaklaşık bir yıldır her gün korkunç katliamlar yaşanıyor, uluslararası örgütler ve hükümetler ise sadece seyirci kalıyor. İslam ülkeleri de bu konuda iyi bir şekilde sınavdan geçemedi. İran'ın diplomatik çabalarını kendi ülkem adına takdir ediyorum. İran eski dışişleri bakanı Sayın Emir Abdullahiyan'ın da çabalarını unutmak gerçekten mümkün değil, bunlar yakından şahit olduğumuz şeyler ama hala sonuç alamadık. Güney Afrika'nın mahkemede açtığı ve harekete geçtiği dava çok önemli bir adım ama bundan önce İslam ülkelerinin bunu yapması gerekirdi ve biz bundan mahrum kaldık. Böylesine önemli bir konu karşısında bu İslam ülkelerinin ortak görevlerinden biriydi ama olmadı. Biz de bu davaya katıldık ve İran'la istişarede bulunuyoruz. Tedbirlerin uygulanması için sürekli olarak İran'la istişarede bulunuyoruz. Fakat ne yazık ki şu ana kadar bir sonuç alınamadı. İslam ülkelerindeki yönetim şekli nedeniyle İsrail'e karşı koyabilecek yeterli güç yok ki bu da hiç iyiye işaret değil. İran ve Türkiye çok çabalıyor ama İran bu konuda çok önde. Ancak İran'ın da kendi sınırları, imkanları ve toprak bütünlüğü üzerinde düşünmesi ve dikkat etmesi gerekiyor. Bütün sorumluluklar sadece İran'ın omuzlarında olacak şekilde olmamalı ya da Türkiye cevap versin geri kalan İslam ülkeleri hiçbir şey söylemesin gibi bir tablo olmamalı. Bu olaya Moğol istilası dönemi gibi bakmamız lazım. İran'ın Moğol istilası sırasında Kemaleddin İsfahani isimli şair şöyle demiştir: Eskiden bir kişi öldürülürken yüzlerce kişi yas tutardı, şimdi yüz kişi öldürülüyor ve onları gömecek kimse yok. Gazze'yi tanımlıyor gibi görünüyor. Şimdi bunu Gazze'de yaşıyoruz ve hiçbir ilerleme yok. Mahkemenin sonucu yıllar sonra alınabilir ama nasıl etkili olabilir? Tarih elbette suçluları yazacak ama bizi nereye ve nasıl yazacaklar? Bizi nasıl konuşacaklar? Bu konuyu derinlemesine düşünmeniz gerekiyor. Yani bunları kişisel olarak söylüyorum çünkü bu diplomasi ile çözülebilecek bir konu değil bana göre. Yani bu durum İslam ülkeleri halklarının elinde olsaydı Gazze bu zulmün baskısı altında olmazdı ama iktidarların elinden çıkan bu kadar! "İran'ın şehit Haniye suikastına cevabı makul" Tesnim: Şehit İsmail Haniye İran'a geldi ve Tahran'da suikast saldırısının hedefi oldu. Şehit Haniye, Hamas hareketinin siyasi lideri olmasının yanı sıra İsrail rejimiyle ateşkes müzakeresinin de lideriydi. İran bu saldırının intikamını iki nedenden dolayı alacağını açıklamıştır; birincisi Hamas hareketinin lideri olması, ikincisi ise İran topraklarında saldırıya uğramasıdır. Bazı ülkeler gerilimi artırmamak için İran'a yanıt vermemesini söylüyor. İran'ın cevabı konusunda Türkiye'nin tutumu nedir ve Ankara İran'a cevap hakkını tanıyor mu? Kırlangıç: Ankara'nın tutumu ne olur sorusuna net bir cevap veremem ama Şehit İsmail Haniye, İran'da cumhurbaşkanlığı açılış törenine katılmak için geldiğinde böylesine vahşi bir saldırıya maruz kaldı ve şehit oldu ki bu ciddi bir olay. İran'ın başkentinde böyle bir olayın yaşanmış olması ise durumu daha da kötüleştiriyor. İran'ın bu konudaki cevap hakkının makul olduğunu düşünüyorum. Her ülke aynı tepkiyi gösterir, ülkelerin gücünün yetmediği bazı durumlarda cevap vermeyebilirler ama İran büyük ve güçlü bir ülke, büyük bir devlet ve büyük bir desteğe sahip. "İsrail saldırıyor, sonra ‘ateşkesi müzakere edin’ diyor" Öte yandan, hem bir siyasi liderin, hem de ateşkes müzakerelerini destekleyen bir liderin öldürülmesi çok daha ciddi bir olaydır ve uluslararası hukuk açısından da ağır bir ihlaldir ve çok büyük tepkiler gösterilmesi gerekir ama gördüğünüz gibi (kurumlar ve ülkeler) sadece kaygılarını dile getiriyorlar. Burada kurban edilen ve öldürülen ateşkes süreciydi. Elbette ateşkes derken her iki tarafın da çatıştığı bir durumdan bahsediyoruz. Ama burada bir taraf saldırdı ve nafile bir durumla karşı karşıya olduğumuz çok açık ama mecburuz. Yani İsrail saldırıyor, sonra ateşkesi müzakere edin diyor. Şu anda böyle bir durumla karşı karşıyayız. "'Askeri cevap vermeyin' diyemeyiz" Bu bağlamda İran'a sabırlı olun, sert cevap vermeyin, askeri cevap vermeyin diyemeyiz. Ülkeler bu konuda öneride bulunabilir mi? İran bu konuda kararlı görünüyor ama nasıl tepki vereceğini tahmin edemiyoruz, zaman gösterecek. Beklemedikleri bir cevap olabilir. Askeri bir cevap mı bilmiyoruz ama en büyük cevap, saldıran ülkelerin geri çekilmesini ve dizlerinin üzerine çökmesini sağlayacak şekilde karşılık vermektir ki bu elbette sadece İran'ın değil, tüm bölge ülkelerinin sorumluluğundadır. Bundan sorumludurlar. Yani sadece İran'ın bir şeyler yapmasını beklemek mantıklı değil. Elbette İran'a sabır diliyorum, İran sabırla, itidalle karar veren ve belki de en doğru kararı verecek bir ülkedir, sadece saygı duyuyoruz. "Diplomasi artık Gazze'de işe yaramıyor" Tesnim: Son olarak dile getirmek istediğiniz bir konu var mı? Kırlangıç: Teşekkür ederim. Belki farklı konularla ilgili birçok kelime vardır. Bu konuları çok diplomatik bir şekilde konuşmadım çünkü diplomasinin artık işe yaradığını düşünmüyorum. Hepimiz biriz, bir anlamda hepimiz aynı gemideyiz, aynı coğrafyadayız ve bu işgalcilerin; mal, toprak çalanların hedefi şu anda gördüğümüzün çok ötesinde. Buna dikkat etmezsek işimiz çok zor ve bunu görüp İslam coğrafyası olarak birlik ve beraberlik anlayışına ulaşmamız gerekiyor.

Savunma Bakanı Güler: Suriye ile bakanlar düzeyinde bir araya gelebiliriz

2 ay önce Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, Türkiye ile Esed rejimi arasında devam eden normalleşme sürecine dair açıklamalarda bulundu. Reuters'a konuşan Güler, şartların sağlanması halinde Esed rejimiyle bakanlar düzeyinde bir görüşme gerçekleştirilebileceğini kaydetti. Güler, Esed rejiminin "Türkiye'nin Suriye'den çekilmesi" şartını da değerlendirdi ve şu ifadeleri kullandı: "Suriye ile daha önce Moskova'da olduğu gibi mutabık kalınacak yerlerde, bakanları içeren heyetlerle toplantılar yapılabilir. Türkiye, Suriye'den çekilme koordinasyonunu ancak yeni anayasa kabul edildikten, seçimler yapıldıktan ve sınırlar güvence altına alındıktan sonra görüşebilir." Türkiye ile Esed rejimi arasında normalleşme girişimleri bir süredir devam ediyordu. Bu kapsamda Erdoğan geçtiğimiz günlerde Esed'i Türkiye'ye davet ettiğini belirtmişti.

TÜRKİYE
Kavacık Mevkii Beykoz Fatih Sultan Mehmet Köprüsü istikametinde yol kenarında poşet içerisine bırakılmış pimi çekilmemiş 2 adet el bombası bulundu. Beykoz’da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü istikameti Kavacık Mevkii’nde yol kenarında poşet içerisine bırakılmış iki adet pimi çekilmemiş el bombası bulundu. Durumun bildirilmesi üzerine olay yerine çok sayıda polis ekibi sevk edildi. Bölgedeki vatandaşların ihbarı üzerine harekete geçen ekipler, poşetin içindeki el bombalarını fark etti. Güvenlik amacıyla bölge kordon altına alınarak trafik kontrollü şekilde yönlendirildi. Olay yeri inceleme ekipleri, bomba imha uzmanları eşliğinde güvenli bir şekilde bombaları yerinden alarak, gerekli güvenlik önlemlerini sağladı. Polis ekipleri, el bombalarının nasıl ve kimler tarafından bırakıldığına dair soruşturma başlattı. Çevredeki güvenlik kameraları incelenerek olayla ilgili detaylar ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Bu olayın bir terör saldırısı girişimi mi yoksa başka bir amaçla mı gerçekleştirildiği ise devam eden soruşturmalar sonucunda belirlenecek.

Türkiye Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı üzerinden katil İsrail’e giden petrolü kesebilir mi? 

1 ay önce Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı 2006 yılında açıldığında, Asya'yı Avrupa'ya bağlayacak çok önemli bir ticari köprü olarak lanse edilmişti. Middle East Eye'den Ragıp Soylu'nun haberine göre, Azerbaycan'dan Türkiye'ye petrol taşıyan 1.768 kilometrelik boru hattı, 2023 yılında yaklaşık 30 milyon ton ham petrol taşıdı ve 227 milyon varil petrol Ceyhan limanından demir alan 313 tankere yüklendi. Ancak son aylarda, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları devam ederken boru hattı, İsrail'in Gazze'deki katliamlarını desteklediği ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın hattı kapatmak için harekete geçmesi gerektiğini iddia eden Filistin yanlısı aktivistlerin eleştiri ateşi altında kaldı. “Erdoğan, petrol vanalarını kapat” yazılı bir pankart taşıyan ‘Filistin İçin Bin Genç’ isimli aktivist grup, geçtiğimiz Cuma günü İstanbul'daki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) genel merkezinin önündeydi. "İsrail soykırımına desteği kesin" Protestoların ortasında Türkiye, teknik olarak sahibi olmadığı bir boru hattı ve üretmediği petrol üzerinden İsrail'e yapılan petrol sevkiyatını engelleme görevi olup olmadığına dair hukuki sorularla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu sorular, Uluslararası Adalet Divanı'nın (UAD) İsrail'in Gazze'de soykırım yaptığına karar vermesi halinde özel bir önem kazanacak. Türkiye, Azerbaycan ve Kazakistan gibi ülkeler İsrail'e yakıt ve hammadde sağlayarak soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal ediyor olarak görülebilir. Geçtiğimiz hafta, fosil yakıt karşıtı bir hak grubu olan Oil Change International, 21 Ekim 2023 ile 12 Temmuz 2024 tarihleri arasında İsrail'e tedarik edilen ham petrolün yüzde 28'inin Azerbaycan'dan geldiğini açıkladı. Grup, “Azeri ham petrolü, çoğunluk hissesi BP'ye ait olan ve BP tarafından işletilen Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı aracılığıyla teslim ediliyor” dedi ve ekledi: "Ham petrol, İsrail'e teslim edilmek üzere Türkiye'nin Ceyhan limanındaki tankerlere yükleniyor." Middle East Eye'a (MEE) konuşan ve isimlerinin açıklanmasını istemeyen Türk yetkililer Ankara'nın sorumluluğunun sınırlı olduğunu ifade etti. Bir Türk yetkili “Boru hattı bize ait değil, BP'ye ait. Bu Azerbaycan ya da Kazakistan petrolü ve onların da sahibi biz değiliz.” diye konuştu. "Varış noktaları belirsiz" Yetkili, 2000 yılında imzalanan bir anlaşma uyarınca Türkiye'nin boru hattından serbest petrol akışını koşulsuz olarak sağlamakla yükümlü olduğunu ve bunu durduramayacağını, aksi takdirde önemli miktarda maddi tazminat ödemek zorunda kalacağını söyledi. Anlaşma Ankara'yı, nedeni ne olursa olsun, herhangi bir inşaat ya da petrol nakliyesi gecikmesinden sorumlu tutuyor. Yetkili, “Bunun da ötesinde, Türkiye'nin tarafsız bir enerji sağlayıcısı olarak uzun vadeli taahhüdü ve güvenilirliği tehlikeye girecektir” diye ekledi. Ankara'da pek çok kişi, Rus gazının toprakları üzerinden Avrupa'ya geçişine izin vermeye devam eden Ukrayna gibi örnekleri göstererek, ülkelerin geçmiş sözleşmelere sadık kalması gerektiğine dikkat çekti. Bazıları da variller Ceyhan'da tankerlere yüklendikten sonra Türk yetkililerin varillerin doğrudan İsrail'e mi gideceğini yoksa İsrail limanlarına mı yanaşacağını bilmediğini belirtiyor. Gemicilik söz konusu olduğunda, bazı gemiler kendi ülkelerinin bayrağını taşır, yani o ülkenin vatandaşları tarafından sahiplenilir, işletilir ve kullanılır. Uluslararası petrol tankerleri genellikle vergiden kaçınma ve yasal sorumluluklar amacıyla farklı ülkelerin, genellikle de küçük ada devletlerinin bayrakları altında kayıt yaptırırlar. Ancak gemi sahipleri de maliyetleri düşürmek ve yasalardan kaçınmak amacıyla gemilerinin bayrağını kolay ve hızlı bir şekilde değiştirebilmektedir. Türkiye Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bu yılın başlarında gazetecilere verdiği demeçte “Ceyhan'dan kalkan gemilerin varış noktaları bizim inisiyatifimiz ya da kontrolümüz altında değil” demişti. Türk yetkili MEE'ye şunları söyledi: “Petrol BP tarafından aracı şirketlere satılıyor ve bunun Ankara ile hiçbir ilgisi yok. Aracı şirketler tankerleriyle nihai varış yerlerini bildirmeden petrolü alıyorlar.” Yetkili, petrolün genellikle tanker açık denizdeyken bir alıcıya satıldığını söyledi. Uluslararası Filistinliler için Adalet Merkezi (ICJP) direktörü ve Londra merkezli hukuk firması Bindmans'ın yönetici ortaklarından Tayyib Ali, Türk hükümetinin uluslararası hukuk kapsamındaki olası sorumluluğunu kolayca göz ardı edemeyeceğini söyledi. MEE'ye verdiği demeçte, “Sınav, Türkiye'nin boru hattı üzerinde herhangi bir kontrolü olup olmadığı yönünde olacak” dedi. UAD ve geçici önlemler Türk hükümetinin boru hattının yönetiminde doğrudan bir hissesi olmasa da, bir kamu şirketi olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın yüzde altı azınlık hissesi bulunuyor. Ali, “Yüzde altı oranındaki Türk şirketi ve yöneticileri devletten daha fazla sorumluluk taşıyabilir.” diye ekledi. Ancak Ankara'yı uluslararası mahkemelerde temsil eden iki avukat bu görüşe katılmıyor. Basına demeç verme yetkileri olmadığı için isimlerinin açıklanmaması koşuluyla konuşan avukatlar, BP'nin Azerbaycan devlet petrol şirketiyle birlikte çoğunluk hissedarı olması nedeniyle, Türkiye Petrolleri'nin yüzde altı hissesinin kendilerine şirket üzerinde herhangi bir kontrol sağlamadığını söylediler. Ali şu soruyu sordu: “Örneğin, İsrail'e petrol sevkiyatını engelleyen BM düzeyinde bir yaptırım olsaydı, Türkiye boru hattı üzerinden sevkiyatı engelleyebilir miydi?” “Cevap evet olurdu. Savaş suçlarını kolaylaştırmak söz konusu olduğunda neden farklı davransınlar ki?” İsrail 10 ayı aşkın bir süredir Gazze'yi acımasızca bombalıyor, hava saldırıları ve topçu ateşi okullar, bankalar, apartmanlar ve hastaneler dahil olmak üzere sivil altyapıyı hedef alıyor. 7 Ekim'den bu yana devam eden İsrail saldırıların ardından aralarında en az 16.825 çocuğun da bulunduğu 40.860'tan fazla Filistinli hayatını kaybetti. BTC boru hattının kapatılmasını isteyen Filistin yanlısı protestocuları destekleyen Türk avukat Yusuf Akşeker, geçtiğimiz günlerde Ankara'nın UAD'nin geçici tedbirlerini hukuki bir gerekçe olarak kullanarak İsrail'e petrol sevkiyatını durdurabileceğini savundu. Akşeker, “Türkiye'nin bu kararlar doğrultusunda vanaları kapatması halinde BTC ile ilgili sözleşmeler nedeniyle tazminat davasıyla karşılaşmayacağı açıktır” dedi. Ocak ayında UAD, İsrail'in Gazze'deki sivilleri korumak ve soykırıma varan saldırılarını durdurmak için tüm gücünü kullanmak da dahil olmak üzere gerekli tüm önlemleri almasını emretti. Mart ayında aynı mahkeme İsrail'e Gazze'deki Filistinlilere temel hizmetlerin ve insani yardımın engelsiz bir şekilde sağlanması için gerekli tüm tedbirleri almasını emretti. Mayıs ayında ise İsrail'in Refah'taki askeri saldırısını ve Gazze'deki Filistinlileri tamamen ya da kısmen fiziksel yıkıma uğratabilecek diğer tüm eylemlerini derhal durdurmasını emretti. Türkiye, Güney Afrika'nın İsrail'e karşı açtığı davaya katılmadan önce, Gazze'de devam eden askeri harekatı nedeniyle İsrail'e yönelik tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını ve yaklaşık 7 milyar dolar değerindeki ticareti sona erdirdiğini duyurdu. O tarihten bu yana İsrail'e yönelik eleştirilerini yoğunlaştıran Erdoğan, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'yu Adolf Hitler'le kıyasladı ve İsrail'i “tüm insanlığı” tehdit eden bir “terör devleti” olarak nitelendirdi. Yine de son soru, Türkiye'nin İsrail ile çok yakın ilişkileri olan Azerbaycan'ı İsrail'e petrol akışını durdurmaya ikna edip edemeyeceği. Türk yetkililer, arka planda yaptıkları konuşmalarda, Azerbaycan hükümetinin de Gazze'deki şiddetten memnun olmadığını kabul ettiler, ancak Bakü'nün verdiği taahhütlerden kaçınmak istemediğini de söylediler.

Erdoğan ile Sisi’nin bir araya geldiği görüntünün siyasi arka planı

1 ay önce Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi, göreve geldiği 2014 yılından bu yana Türkiye'ye gerçekleştirdiği ilk ziyareti tamamlayarak iki ülke arasındaki ilişkilerin onarılmasında son adımı attı. İki cumhurbaşkanı Çarşamba günü Mısır-Türkiye Stratejik İşbirliği Konseyi'nin ilk toplantısına da başkanlık etti. Konsey, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin yüzüncü yılına bir yıl kala, 36 maddelik bir deklarasyonla iki ülkenin işbirliği yapmayı planladığı alanların ana hatlarını belirledi. Bunlar arasında “ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi ... ticaret hacminin 15 milyar dolara çıkarılması”, yani mevcut yıllık ticaret hacminin üç katına çıkarılması taahhüdü de yer aldı. "Ortak duruş" Ziyaretin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında Erdoğan ve Sisi bir dizi bölgesel siyasi konuda ilişkileri ve işbirliğini derinleştirme niyetlerini dile getirdiler. İki ülke bakanları enerji ve tarımdan eğitim, turizm ve ulaştırmaya kadar çeşitli alanlarda işbirliğini öngören 18 mutabakat zaptı imzalarken, Erdoğan nükleer enerji ve doğal gaz konularında Mısır'la işbirliğini derinleştirmeyi hedeflediklerini söyledi. Bazı gözlemciler Türkiye'nin Mısır'a insansız hava aracı satması konusunun da görüşüldüğünü ancak bildiride yer alan “askeri, güvenlik ve konsolosluk işleri de dahil olmak üzere çeşitli alanlarda temasların genişletilmesi” taahhüdünü içeren bir madde dışında bu konuda resmi bir açıklama yapılmadığını belirtiyor. Siyasi açıdan ise iki lider İsrail'in Gazze'ye yönelik savaşına karşı işbirliği yapmaktan söz etti. Sisi, “İsrail'in işgal altındaki Batı Şeria'da daha fazla gerilimi tırmandırmasına tepki göstererek, Mısır ve Türkiye'nin acil ateşkes çağrısında bulunan ortak tutumunu yineliyorum” dedi. Hollanda'daki Groningen Üniversitesi'nde Türk siyaseti üzerine uzmanlaşan analist Erdoğan Aykaç, hem Türkiye hem de Mısır'ın Gazze'deki durum üzerindeki kontrollerini kaybettiklerini düşündüklerini ve etkilerini arttırmak için birlikte çalışmak istediklerini düşünüyor. Sisi ayrıca Libya'daki çatışmayı, Doğu Akdeniz'deki gaz arama hakları meselesini ve Sudan'daki iç savaşı çözmek için de birlikte çalışma niyetinden bahsetti. Sisi, Somaliland'ın bağımsızlık yanlısı amaçlarına atıfta bulunarak Türkiye ve Mısır'ın Somali'nin birliğinin korunması gerektiği konusunda hemfikir olduklarını da sözlerine ekledi. Türkiye'nin Somali'de önemli bir askeri üssü bulunurken, Mısır geçen hafta Etiyopya'nın Afrika Boynuzu'ndaki etkisine karşı koymak için Somali'ye silah sevkiyatı anlaşması yaptığını duyurdu. Anlaşmazlık Beş yıl önce böyle bir basın toplantısı düşünülemezdi. 2013'te başlayan bir sürtüşme, Katar'daki 2022 FIFA Dünya Kupası'nda Erdoğan ve Sisi arasındaki “dönüm noktası niteliğindeki el sıkışma” fotoğraflarının dünya çapında paylaşılmasıyla ilk iyileşme işaretini gösterdi. Türkiye açısından bu yakınlaşma 2020-21'den itibaren dış politikada genel bir değişimden kaynaklanıyor. Mısır açısından yakınlaşma, 2021 başlarında Türkiye'nin müttefiki Katar'la uzlaşmasının ardından geldi ve muhtemelen ekonomisi zor durumda olduğu için fırsatlara daha açık hale geldi. Dönemin Generali Abdulfettah Sisi'nin 2013'te kanlı bir darbeyle eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi devirmesi ve Müslüman Kardeşler'e (İhvan) yönelik bir baskı başlatmasının ardından ilişkiler bozulmuştu. Erdoğan, Sisi'nin iktidarı ele geçirmesini en sert eleştirenlerden biri oldu ve onu asla Mısır'ın meşru lideri olarak tanımayacağını söyledi. Mısır'da ise Türkiye, "terör örgütü" olarak tanımlanan Müslüman Kardeşler'in destekçisi olarak baş düşmanlarından biri olarak görülüyordu. Her iki ülke de birbirlerinin büyükelçilerini sınır dışı etti ve ilişkiler geriledi. Birçok Mısırlı muhalif Türkiye'ye sığındı ve buradan Mısır'da Sisi'ye karşı protesto çağrılarını sık sık gündeme getiren eleştirel televizyon kanallarını yönettiler. Buna karşılık Mısır medyası 2016'da Türkiye'deki darbe girişimini alkışladı ve başarısızlığından üzüntü duydu. Yıllar içinde başka sorunlar da ortaya çıktı. Bunlardan biri Türkiye'nin 2019 yılında Kıbrıs yakınlarındaki sularda doğal gaz sondajı yapma niyetiydi. Mısır, Kıbrıs'ın açık denizdeki doğal gaz rezervlerinden faydalanmak için bu ülkeyle kendi anlaşmalarını yapmak istiyordu. Libya'daki çatışmada Mısır ve Türkiye karşıt tarafları destekledi. Libya'da Türkiye destekli birlikler başkent Trablus'tan doğuya doğru ilerlediğinde gerilim 2020'nin başlarında zirveye çıktı. Sisi, Türkiye destekli birliklerin ilerlemesine izin vermeyeceği bir kırmızı çizgi ilan etti. Kısa bir an için Mısır'ın Libya'da Türkiye ile karşı karşıya gelmesinden korkuldu ancak ilerleyiş Sisi'nin kırmızı çizgisi olan Sirte kentinde durdu. Yumuşama O andan itibaren Mısır ve Türkiye arasındaki gerilim yavaş yavaş azalmaya başladı. Aykaç, bundan önce Türkiye'nin bölgesel rolünün, bölgesel çıkarlarını merkeze alan sert güce yönelik olduğunu belirtiyor. Türkiye, Suriye'deki gibi çatışmalara askeri müdahalede bulundu ve Libya, Etiyopya ve Azerbaycan gibi diğer bölgesel çatışmalarda Türk insansız hava araçlarını kullandı ve tedarik etti. Aykaç, bu politikalar sonucunda yalnızlaşan ve ekonomisi zarar gördükçe iç baskıya maruz kalan Türkiye'nin taktik değiştirmeye mecbur kaldığını ifade etti. Türkiye, köprü ve ara bulucu işlevi görebilecek önemli bir bölgesel aktör olmaya odaklanmanın kendisine fayda sağlayacağını umarak 2020-21'de rotasını tersine çevirdi. Aykaç'a göre yumuşak güç, ticaret ve diplomasi bu politikanın merkezindeydi ve “katı, tek taraflı bir dış politikadan işbirliğine odaklanan daha akışkan bir dış politikaya” geçerek bölgesel yakınlaşmalar aradı. Mısırlı muhalif figür Eymen Nur, 2021 yılında Türkiye'nin ülkede faaliyet gösteren Arap kanallarına Sisi'ye yönelik eleştirilerini yumuşatmalarını emrettiğini söyledi. 2023 yılının başlarında Türkiye'de bulunan 50 Mısırlı, "resmi evrakları olmadığı" bahanesiyle tutuklandı. Mısır medyası ve yorumcuları tutuklananlar arasında Mısırlı muhalif isimlerin de olduğunu söyledi ve bunu Sisi yönetimiyle yakınlaşmanın bir parçası olarak değerlendirdi. Temmuz 2023'te Mısır ve Türkiye ilişkilerini onararak birbirlerinin başkentlerine yeniden büyükelçi atadı ve bunun iki ülke arasında faydalı yeni bir dönemin başlangıcı olmasını umduklarını ifade etti.

Türkiye ile Mısır arasında 17 anlaşma imzalandı

2 ay önce Münafık Erdoğan ve münafık es-Sisi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Toplantısı'na başkanlık etti. Toplantı sonrası iki ülke arasında yapılacak anlaşmaların imza törenine geçildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Mısır Cumhurbaşkanı es-Sisi huzurunda imzalanan 17 anlaşma şöyle: "- Yeni İdari Başkent Endüstri Parkının Geliştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı - Yeni Ekim Şehrinde Endüstri Parkının Geliştirilmesi İçin Arazi Tahsis Sözleşmesi - Türkiye Cumhuriyeti Rekabet Kurumu ile Mısır Arap Cumhuriyeti Rekabet Kurumu Arasında Rekabet Politikası Alanında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Yükseköğretim Kurulu ile Mısır Arap Cumhuriyeti Yükseköğretim ve Bilimsel Araştırma Bakanlığı Arasında Yükseköğretim Alanında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları ve Mısır Ulusal Demiryolları Arasında Demiryolu Sektöründe İşbirliğinin Geliştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı - Sivil Havacılık İdareleri Arasında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti İletişim ve Bilgi Teknolojileri Bakanlığı Arasında Bilgi ve İletişim Teknolojileri Alanında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Mısır Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Tarım Alanında Bilimsel, Ekonomik ve Teknik İşbirliği Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Sağlık ve Nüfus Bakanlığı Arasında Sağlık ve Tıp Bilimleri Alanlarında İşbirliğine Dair Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Mikro, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme Ajansı Arasında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Planlama, Ekonomik Kalkınma ve Uluslararası İşbirliği Bakanlığı Arasında İşbirliği ve Kapasite Geliştirmeye İlişkin Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Maliye Bakanlığı Arasında Mali ve Ekonomik Konularda İşbirliğine İlişkin Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Mısır Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Enerji Alanında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Çalışma Bakanlığı Arasında Çalışma ve İstihdam Alanında Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Mısır Arap Cumhuriyeti Çevre Bakanlığı Arasında Çevre Koruma Alanında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Mısır Arap Cumhuriyeti Çevre Bakanlığı Arasında Şehircilik Alanında İşbirliğine İlişkin Mutabakat Zaptı - Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ile Mısır Arap Cumhuriyeti Dışişleri, Göç ve Mısırlı Gurbetçiler Bakanlığı Arasında Mutabakat Muhtırası" Törende, ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti ile Mısır Arap Cumhuriyeti Arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İş Birliği Konseyi 1. Toplantısı Ortak Bildirisi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve es-Sisi tarafından imza altına alındı.

YAŞAM
Cihat yanlısı hareketin en önde gelen isimlerinden, Batılı uzmanlarca "küresel cihat hareketinin babası" olarak adlandırılan Filistinli Abdullah Azzam gerek siyasi, gerek fikri, gerekse askeri açıdan yakın tarihte önemli bir yer işgal etmektedir. Gençliği ve ilk eğitimi Günümzde Filistin sınırları içerisinde kalan Sile el Harisiyye'de 1941 yılında doğan Abdullah Yusuf Azzam, çocukluğundan itibaren fikri yönüyle ön plana çıktı. İlk gençlik yıllarında, eğitim hayatı sürerken Müslüman Kardeşler'in Ürdün koluna katıldı. Azzam'ın Müslüman Kardeşler teşkilatı ile olan bağı ilerleyen yıllarda da sürdü ve Azzam hareketin Filistin yapılanmasının kurulmasında da rol oynadı. Azzam ve ailesi, 1967 savaşının ardından Filistin'i tamamen terk etmek zorunda kalarak Ürdün'e yerleşecekti. Şam yılları ve Filistin İlk düzey öğrenimini Filistin ve Ürdün'de sürdüren Abdullah Azzam, 1963 yılında Şam Üniversitesi'nda Şeriat Fakültesi'ne başladı. 1966 yılındaki mezuniyetine dek Azzam Şam'da Muhammed Edip Salih, Said Havva, Ramazan el Buti, Mervan Hadid gibi önemli isimlerle tanıştı. Mezuniyetinin ardından ülkesinde dönen Azzam, İsrail'e karşı paramiliter savaşa dahil olsa da, Filistin'de savaşı yürüten Filistin Kurtuluş Örgütü'nün ulusalcı ve Marksist yapısından uzak durdu. Müslüman Kardeşler'in Filistin'deki yapılanması içerisinde kalmayı ve bu oluşum içinde İsrail'e karşı savaşmayı tercih etti. Bu tutumu daha sonra Hamas'ın teşkilinde rol oynamasına sebep olacaktı. Abdullah Azzam ve babası Mısır ve Ezher eğitimi Azzam, bir süre sonra eğitimini sürdürmek üzere Mısır'a, el Ezher Üniversitesi'ne gitti. Burada Şeriat alanında yüksek lisans yapan Azzam tekrar Ürdün'e dönerek Amman Üniversitesi'nde akademisyenliğe devam etti. Akademisyenliğe 1971'de el Ezher'de devam eden Abdullah Yusuf, 1973 yılında Fıkıh Usulü dalında doktorasını tamamladı. Tekrar ülkesine dönmesine rağmen "radikal" görülen fikirleri nedeniyle burada kariyerine devam edemedi. O yıllarda Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır gibi birçok ülkeden sürülen eğitmen ve akademisyenleri kabul eden Suudi Arabistan'a giderek akademik hayatını 1979 yılına kadar burada sürdürdü. Cidde Kral Abdulaziz Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptığı esnada, burada öğrenciliğini sürdüren Usame bin Ladin ile tanıştı. Afganistan 1979 yılı, tüm İslam dünyası için olduğu gibi Abdullah Azzam için de bir dönüm noktası oldu. İran Devrimi, Afganistan savaşı, Kabe Baskını gibi olaylar, dünyada yeni bir devrin başladığını gösterir nitelikteydi. Özellikle Kabe Baskını'nın ardından Suudi Arabistan, "radikal" fikirleri bünyesinden uzaklaştırmaya hız verdi. Abdullah Azzam da, bu kapsamda üniversiteden uzaklaştırıldı. Bunun ardından Azzam, 25 Aralık 1979'da Sovyetler Birliği işgaliyle farklı bir boyuta evrilen Afganistan savaşını yakından takip etmek üzere Pakistan'a gitme kararı aldı. Bu esnada, "Müslümanların Topraklarının Müdafaası" isimli bir fetva kaleme alarak "işgalcilere karşı savaşın her Müslümana farz olduğunu" ifade etti. İlk olarak İslamabad Uluslararası İslami Üniversitesi'nde akademisyenliğe başlayan Azzam, daha sonra Afganistan'a daha yakın olma düşüncesiyle Peşaver'e geçti. Bu yıllarda Peşaver, Afganistan'da süren savaşın yankısının en net şekilde duyulduğu, "mücahit" güçlerin cephe gerisini oluşturan en önemli merkezdi. Abdullah Azzam, bu yıllardan sonra akademik hayatını bir kenara bırakarak, kendisini sadece Afganistan'daki savaşa adadı. Azzam artık bölgede Arap ağırlıklı yabancı savaşçıların sevk ve idaresini yürüten kişi olarak öne çıkacaktı. Mekteb el Hidamat İlk olarak, bölgeye akın eden yabancı savaşçıları yerleştirmek, finanse etmek, eğitmek ve idaresini sağlamak üzere Mekteb el Hidamat'ı teşkil etti. Mekteb el Hidamat, on binlerce yabancı savaşçının Afganistan'a gönderilmesi ve Afganistan savaşının maddi olarak desteklenmesinde rol oynadı. Usame bin Ladin'in 1981 yılında Azzam'a yardım etmek üzere bölgeye gelmesi, Mekteb el Hidamat'ın aktivitesini artırdı. Bin Ladin gerek finansal, gerekse lojistik açıdan Mekteb el Hidamat'a yardım etti. Afganistan'daki savaşın Sovyetler Birliği'nin yenilgisiyle sonuçlanmasında büyük bir rol oynayan Azzam, bu savaşla beraber artık tüm dünyada adını duyuran cihat yanlısı akımın önderi olarak görülmeye başlandı. Afganistan'a gelen yabancı savaşçıların organize edilmesi, bugüne kadar uzanan küresel çatışma ortamının da temelini teşkil etti. Ayrıca bu sırada Azzam, başta Filistin olmak üzere dünyanın geri kalanıyla da irtibatı sürdürdü. Filistin'de Hamas'a kurulma sürecinde ve sonrasında yardımda bulundu. Bu doğrultuda Hamas'ın Batı Şeria'daki silahlı kanadına "Şehid Abdullah Azzam Tugayları" ismini verecekti. Batı Şeria ve Gazze'deki birliklerin "Şehid İzzeddin el Kassa Tugayları" adı altında birleştirildiği 1990'lı yılların başlarına kadar bu isim korundu. Sovyetler Birliği'nin 15 Şubat 1989'da Afganistan'dan çekilmesi, 10 yıldır süren savaşın artık yeni bir döneme evrileceğinin işaretiydi. "Mücahit" gruplar sahayı domine etmiş, ülke büyük oranda onların eline geçmiş, Sovyetler Birliği yenilmişti. Bu durum aynı zamanda çoğunluğu Arap olan yabancı savaşçılar için de yeni bir yol, yeni bir ufuk çizmek demekti. Suikast Sovyetler Birliği'nin uzantısı olan rejimin devrilmesi için gün sayılırken ve yeni hedefler için tartışmalar sürerken, Afganistan'daki en üst düzey isimlerden olan Azzam'a yönelik bir suikast gerçekleştirildi. Abdullah Azzam, suikaste uğradığı günlerde, "mücahit" gruplar arasındaki ayrılığı sona erdirmek için çalışmalar yürütüyordu. Abdullah Azzam'ın bombalı saldırıya uğrayan aracı 24 Kasım 1989 günü, Peşaver'in batısında bir camide hutbe vermek üzere yolda olan Abdullah Azzam'ın arabası patlayıcıyla hedef alındı. Araçlarının patlamaya hedef olması sonucu Abdullah Yusuf Azzam ve iki oğlu yaşamını yitirdi. Azzam ve oğulları Peşaver'e defnedildi. Azzam suikastinin ardından Afganistan'da gerek yerel gruplar gerekse yabancı savaşçılar arasında ayrılıklar daha da derinleşti ve ülke bir iç savaşa sürüklendi. Azzam suikastı için herkes farklı bir odağı suçlasa da failler bulunamadı. Cenaze namazı esnasında Abdullah Azzam'ın naaşı taşınıyor Usame bin Ladin ve Eymen ez Zevahiri'ye yönelik suçlamalar ispatlanamadı ve ikilinin Azzam ile oldukça yakın olan ilişkileri nedeniyle bu iddia yalnızca bir söylenti olarak kaldı. Abdullah Azzam'ın, Afganistan'dan sonra hedefi Filistin olarak görmesi başta olmak üzere birçok sebepten ötürü, suikasttan ABD, İsrail ve Ürdün istihbaratları sorumlu tutuldu. Ancak olay bugüne dek aydınlatılamadı.

Yahudilere göre Mesih’in gelmesi için birçok alamet gerçekleşti

10 ay önce Dindar Yahudiler son yıllarda "ahir zaman" ve "Mesih'in gelişi" konusunda birçok alametin gerçekleştiği görüşünde. Yahudilerin kutsal kitaplarında yazıldığı ifade edilen birçok alametin son yıllarda gerçekleştiği öne sürülüyor. Jerusalem Post'ta yer verilen haberde söz konusu alametlerden üçüne değinildi. Bunlardan ilki, Yahudi inancına göre 2 bin yıldan bu yana İsrail'de ilk kez tamamen kızıl ve "lekesi olmayan" bir buzağının doğması. 2017 yılında doğduğu öne sürülen buzağının doğumu ve kurban edilmesi, Kudüs'te Yahudilerin kutsal saydığı "Üçüncü Tapınak"ın inşasına işaret olarak görülüyor. Tapınağın inşası sonrasında da Mesih'in geleceği düşünülüyor. Yahudilerin ikinci alameti ise Ölü Deniz'de (Lut Gölü) yaşamın ortaya çıkmaya başlaması. Aşırı derecede tuz içerdiği için yaşam bulunmayan Ölü Deniz'in derinliklerinde son yıllarda yaşam formları görülmeye başlandı. Daha önce yaşamın bulunmadığı bilinen gölde 2011 yılında yaşam formları keşfedilmişti. Son yıllarda ise Ölü Deniz'de balıkların ortaya çıkmaya başladığı ifade edildi. Yahudilerin inancına göre "ahir zaman"da Ölü Deniz'de yaşam ortaya çıkacağına inanılıyor. Üçüncü alamet, Yahudilerin "Ağlama Duvarı" olarak nitelediği Burak Duvarı içerisinden bir yılan çıkması. Bu olay da 2018 yılında gerçekleşti. Yahudilerin ibadet ettiği sırada duvar içerisinde bir yılan görüldü ve bölgedeki Yahudilerin korkmasına yol açtı. Dindar Yahudiler tüm bu alametlerin "ahir zaman"ın gelişini ve "Mesih'in ortaya çıkışını" işaret ettiği görüşünde.

Malcom X kimdir?

10 ay önce Malcolm X, ABD''de yaşadığı dönemde ırkçılıkla mücadelenin sembol isimleri arasında yer aldı. Asıl adı Malcolm Little olan Malcolm X, henüz 5 yaşıdayken babasını faili meçhul bir cinayete kurban verdi. Annesi ise bu olayın ardından akıl hastanesini kapatıldı. 21 yaşındayken hırsızlık suçlamasıyla hapse mahkum edilen Malcolm X, cezaevinden çıktıktan sonra Nation of İslam isimli harekete katıldı. Malcolm X adını Nation Of İslam isimli harekete katıldıktan sonra alan Little, Afrikalı atalarının soyadını temsil etmesi nedeniyle X soyadını kullanmaya başladı. Altı yaşındayken babası öldürüldü. On üç yaşına geldiğinde, annesi akıl hastanesine yerleştirildi ve kendisi koruyucu aileye verildi. Yaşamına bir süre bu şekilde devam etti. 1946 yılında (21 yaşındayken), hırsızlık ve hâneye tecavüz suçlarından hapishaneye girdi. Hapishanede, "İslam Ümmeti" (İngilizce: Nation of Islam) isimli siyahî harekete katıldı. 1952 yılında şartlı tahliye edildi. Tahliye edildikten sonra kısa zamanda hareketin liderlerinden biri hâline geldi. Bu hareketin en meşhur siması olduğu yaklaşık 12 yıl içinde, siyâhî üstünlüğüne inandığı İslam Milleti öğretileri doğrultusunda, siyah ile beyaz Amerikalılar''ın ayrılması gerektiğini savundu ve sivil haklar hareketinin ırksal bütünleşme vurgularına karşı alaycı tavırlar sergiledi.

NAMAZ VAKİTLERİ
İMSAK 06:09
GÜNEŞ 07:22
ÖĞLE 12:49
İKİNDİ 15:49
AKŞAM 18:16
YATSI 19:29
BU HAFTANIN FETVASI
Günümüz Yöneticilerin Durumu

SORU Selamun aleykum hocam, Allah ilminizi arttırsın. Bu zamanlarda çıkan yeni bir konu ile karşı karşıyayız ve bu konuda çoğu ilim ehli insanlar, görüş ve fetvanın peşinden gidiyor ve onlara tabi olanlarda ve bu konuda bende arayıştayım bu konuda ayet ve hadis ışığında delilleri ile bizi aydınlatır mısınız? Sorum şu olacak malum ülkemizde geriye dönük 12 yıla bakacak olursak şuan ki, yönetim için bazıları Abdülaziz bin baz, İbni Useymin, Albani ve Ebu Basir Tartusi’yi delil getirerek küfür sözü söylese de, Allah’ın kanunları dışında beşeri yasalar çıkartsa da ehveni şer dediğimiz olay ile ve müslümanların yolunu açıp bir takım yerlere gidilmesi için yolları kapatmaması, hatta gizliden onlara yardım etmesi yani Suriye’deki ve genelde Müslümanlara yardım etmesi Myanmar’daki, Filistin’deki, Afrika’daki insanlara yardım etmesi erzak göndermesi ve daha başka yardımlar etmesini delil getirerek ve buna zülmü kaldırmak, adaleti getirmek Müslümanları korumak adı altında tevili de dillerine dolayıp devlet başkanlarını ve cumhurbaşkanlarını, eğer bunlar baştan düşerse Müslümanların son kalesi olan Türkiye düşerse ümmet yıkılır ve daha kötüye gideriz mantığıyla tekfir etmiyorlar. Bize bunu delilleriyle ve kaç âlim tekfir ediyor sayısı isimlerini yazarsanız seviniriz. Allah ilminizi arttırsın. CEVAP Aleykum selam ve rahmetullahi ve berekatuhû. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun. Rabbim bizlere basiret versin, hakkı hak olarak görüp tabi olmayı, batılıda batıl görüp ondan uzaklaşmayı cümlemize nasip ve müyesser etsin. Muhterem kardeşim sana kısaca şuan Allah’ın yardımıyla küfür kanunlarıyla hükmeden devlet yöneticilerinin küfürlerini anlatacağım. Ardından tekfir edilmemeleri iddiasının şüphelerini gidermeye çalışacağım. Günümüzün Demokrasiyle hükmeden devlet yöneticileri sadece bir kapıdan değil onlarca kapıdan küfre girmektedirler: Doğu ve batı tağutlarını ve tağuti sistemleri redetmiyorlar, onları inkar etmiyorlar ve beraatlerini açığa vurmuyorlar. Bilakis onları, kalplerini bilmiyoruz ama dilleriyle övüp yüceltiyorlar ve saygılarını ifade ediyorlar. Ne arap tağutlarını, ne doğu tağutlarını, ne batı tağutlarını nede yerel tağutları red etmiyorlar. Bilakis onlarla oturup sevgi ve saygı çerçevesinde antlaşmalara varıyorlar, birbirlerine destek veriyorlar, medya önünde dostluklarını pekiştirici pozlar veriyorlar. Bir insanın Müslüman olabilmesi için sadece Allah’a iman etmesi yetmez. Allah’ın dışında ibadet edilen, ilahlaştırılan tağutlarıda red etmesi gerekmektedir. Lailahe illallah sözünün iki rüknü vardır. Allah’a iman etmek ve tağutları yani sahte ilahları reddetmek. Allah’ın diniyle, kanun, şiar ve değerleriyle alay etmek veya hafife almak. Belki bu saydığın devlet yöneticileri alay etmiyorlar ama alay eden, dalga geçen, hakaret eden kuruluşlara, medyayı oluşturan televizyon, radyo, dergi, gazete, kitap, internet ve tiyatro gibi vasıtalara izin ve ruhsat verilmekte, hatta korunmaktadır. Allah’ın dinini hafife alan bir kuruluşa eliyle münkeri değiştirmek isteyen Müslüman, bu ülkede cezalandırılmaktadır. Sahabeleri hafife alan kişiler hakkında Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz.” (Tevbe, 65-66) Bu ülkede var olan açık küfürlerden biri, İslam dininden irtidat etmek, din değiştirmek, haça, şeytana ve her türlü nesneye tapmak veya tamamıyla inkar etmek ateist olmak serbesttir. Vatandaşların özgürlükleri vardır, kimse karışamaz, karışanlar devlet kanunlarıyla cezalandırılmaktadır. Kâfirleri dost edinmeleri, onların küfür düzenlerinin ve otoritelerinin gerçekleşmesi için yardım etmeleri, imkan sunmaları ve müslümanlara olan savaşlarında destek vermeleri. ABD’nin Türkiye’de üs kurması, İslam’a ve müslümanlara savaşlarında Türkiye’den yardım aldığı, Natoya bağlı olması sebebiyle Afganistan’da ABD ile beraber asker bulundurması ve birçok siyasi askeri ekonomik ve kültürel yardımlaşmaların olduğu kör olmayanlara malum olan bir durumdur. Müslümanlara karşı PYD’ye ve Peşmergelere destek verdiği herkesin malumudur. Dostluk içinde oldukları ABD, İsrail ve yüzlerce küfür devletlerinin elemanlarının ve maslahatlarının korunduğu herkese ayan beyan olan şeylerdir. Yakalanan mücahitlerin hapse atılması, yabancı mücahitlerin ülkelerine teslim edilmeleri, anıt kabire gidip saygı duruşunda bulunmaları, övücü sözler söylemeleri, Alevilerle kardeşlik mesajlarının verilmesi yakın uzak herkesin bildiği bir gerçeklerdir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide, 51) Demokrasinin İslam şeriatı yerine kabul edilmesi ve tatbik edilmesi, uymayanların cezalandırılması. Demokrasi ve laikliğin teminatı olduklarını beyan etmeleri… Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Ali İmran, 85) Koymuş oldukları kanunlarla kendilerini Rabbül Alemin seviyesine çıkarmaları. Kanun koyma, teşri yapma sebebiyle kendilerini ilahlaştırmaları. Şuan bu düzende maalesef Allah’u Teâlâ’nın ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in talimatları, kanunları bir şey ifade etmiyor. Mahalle muhtarı haşa Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den daha yetkilidir. Ama kendilerinin kanunları her şeyin üstündedir. Allah-u Teâlâ müşrikleri bahsederken ahirette şu sözü söyleyeceklerini beyan ediyor: “Vallahi, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk.” (Şuara, 97-98) Müşrikler sahte ilahlarına bu sözleri söylerken yaratmada, rızık vermede, diriltmede eşit tutardık kastetmiyorlar, onların kasıtları itaatte, yasamada, sevgi ve korkuda Allah’a eşit tutardık diye kastediyorlar. Kanun koymaları, yasamada bulunmaları, hakimiyet hakkını kendilerine ve millet vekillerine vermeleri. Bunların düzenlerinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Bizim dinimizdede “Egemenlik (kayıtsız ve şartsız) Allah’ındır.” (Yusuf, 40) Kanun koymak ilahlık taslamak demektir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” (Şura, 21) Allah’ın haram kıldığı şeyleri, helal kılan müşriklere itaatin şirk olacağı ayetle sabittir: “Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.” (En’am, 121) Var olan, konmuş küfür kanunlarıyla hükmetmeleri. “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44) Küfür törenlerine katılıp, küfrü ve kâfirleri övmeleri, hergün küfür gerektiren onlarca söz ve eylemde bulunmalarına şahit olmaktayız. Tabi bu küfür söz ve eylemler bir iki kere veya bir iki günlük meseleler değil senelerce devam eden ve bunlar için mücadele edinilen meselelerdir. İşte bu vasıflardaki devlet yöneticilerinin kâfir olduklarına inanıyoruz. Rabbani cihadi âlimlerimiz bu vasıflarda olan devlet yöneticilerini tekfir ederler. Tekfir etmeyenler büyük bir yanlış içindedirler. Bunlar hakkında tekfir manilerini işletirsek, elle tutulur bir mani yoktur. İkrah dersek bu yöneticiler ikrah altında değiller. Bu makama isteyerek, gönüllü gelmişler, hatta gelmek için senelerce her şeylerini feda ederek ve mücadele ederek gelmişler. Bu makamı bırakmak isterlerse, seve seve tağutlar istifalarını kabul ederler. Hata (kasıtsızlık) dersen bir kerelik bir anlık olan şeyler değil bir dil sürçmesi meselesi değildir. Cehalet dersen, bu kimseler cahil değiller. Yeni İslam’a girmiş veya dağ başında yaşayan veya ilimden ve ulemadan uzak diyarlarda yaşıyorlar denmez, bilakis onlara hakkı beyan eden Müslümanları hapsediyorlar ve onlara karşı mücadele veriyorlar. Hakka ulaşma imkanları kısıtlı değildir. Kasten öğrenmiyorlar veya öğrendikleri halde yüz çeviriyorlar. Tevil dersen haydi bir meselede yırttılar ikincisini, üçüncüsünü… onlarcasını nasıl yırtacaklar. Tevilinde bir usulü bir üslubu ve kabul edilecek yönü vardır. Tamamıyla sonuna kadar tevil kapıları açık veya kırık değildir. Maslahat meselesine gelince, Şeyh Ebu Muhammed Elmakdisi’nin (Rabbim esaretini çözsün) güzel sözleri var diyor ki: Bu yöneticilere sorarız: Dinin ve Müslümanların maslahatlarını en bilen kimdir? Eğer “Biz biliyoruz” derlerse, deriz ki: “Biz sizin taptıklarınıza tapmayız. Sizde bizim taktıklarımıza tapmıyorsunuz. Sizin dininiz sizin, bizim dinimizde bizimdir.” Çünkü Allah-u Teâlâ kuranı kerimde hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Bizleri başıboş yaratmamıştır. Eğer maslahatı en iyi bilen Allah-u Teâlâ’dır derlerse deriz ki: Allah-u Teâlâ en büyük maslahatı tevhidi ve dini koruma olarak beyan emretmemiş midir? Allah-u Teâlâ şirki reddetmek ve Allah’ı birlemek için insanları yaratmış, kitaplar indirmiş, Rasûller göndermiş, cihadı farz kılmış ve Tevhid uğruna öldürülmeyi en şerefli makam kılmamış mıdır? Dinin maslahatını insanların maslahatı önünde gördüğü için cihadı farz kılmıştır. Cihadta evler, binalar yıkılır, en değerli insanlar öldürülür, kadınlar dul çocukları yetim bırakılır, en değerli mallar uğruna harcanır. İnsanların dünya maslahatları din maslahatının önüne geçmiş olsaydı cihad farz kılınmazdı. Ehli Sünnet menhecinde, hiçbir âlim kişiyi küfürden engelleyen dört maniden başka mani getirmemişlerdir. Yukarıda bahsettiğim gibi, mükellef için küfre engel olan ya muteber bir ikrah veya muteber bir cehalet veya muteber bir tevil veya kasıtsız bir hatadan başka engel yoktur. Hiçbir âlim, Müslümanlara hizmet etmek veya faydalı işler yapmak veya yardıma muhtaç Müslümanlara yardım etmek veya namaz kılmak veya eşinin sözde başörtülü olması tekfirin önünde mani olabilir dememişlerdir. Dünya genelinde kendisini İslam’a nisbet eden her bir tağutun bazı İslami, faydalı ve güzel amelleri vardır. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in amcası Ebutalib, İslamın hak bir din olduğunu biliyordu. Efendimize ve Müslümanlara çok büyük faydaları olmuştu. Sahabenin çektikleri sıkıntıları oda çekti. Üç sene boyunca ambargoya oda tabi tutuldu. Ölmeden önce Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e: “Vallahi kavmim beni utandırmayacaklarından emin olsaydım seni sevindirecek sözü (şehadet kelimesi) söylerdim” demişti ama küfürden kurtulamadı. Bizler, günümüzün tağutlarının yapmış oldukları iyilikleri bahsederken yaptıkları tahribatlarıda bir bir saymalıyız. Bu tağutlar İslam adına geldiler ama İslam’ı tavizleriyle, tahrifleriyle baltaladılar. Samimi duygu ve çalışmalarıyla yıkılmaya yüz tutmuş küfür düzenini güçlendirdikçe güçlendirdiler. Müslümanlara vela ve bera diye bir şey bırakmadılar. Demokrat İslam diye bir din uydurup yaydılar. Küfrü her geçen gün güneş gibi görünmeye başlamış olan Suud rejiminin müftülüğünü yapmış, ABD kuvvetlerinin mübarek olan Hicaz topraklarına girme fetvası vermiş, ABD’li askerlere saldırmış mücahitlerin idamına onay vermiş İbni Baz’dan, devlete yakınlığı bilinen İbni Useymin’den, İman küfür konularında irca fikri taşıyan Elbani’den tağutların hükmü sorulmaz, çünkü bu konuda onlardan sağlıklı bir cevap gelmez. Ama başka İslami konularda şüphesiz engin olan ilimlerinden faydalanabiliriz. Şeyh Ebu Basir’in ağzından işitmedim ama gerçekten eğer bu yöneticileri tekfir etmiyorsa, bana göre kitapları ve bu konudaki tutumu çelişki arz eder. Ama ben ne ağzından nede yazılarından tekfir edilmeyeceklerine dair bir şey görmedim. Hangi âlimler tekfir ediyor? sorusuna şunu söyleyebilirim: Güvendiğimiz selefi, cihadi bütün âlimlerin kitaplarından yukarıda saydığım küfür sıfatlarını taşıyan devlet yöneticilerini tekfir ettikleri rahatlıkla görülebilir. Şu bir gerçektir neredeyse akidede yazılmış hiçbir kitapta isimlerle “falan tağut, filan tağut kâfirdir” diye yazmazlar. Yazılarından kimler kastedildiği rahatlıkla anlaşılır. Bu âlimlerin her birisine rahatlıkla ulaşamıyoruz. Çoğu cihad meydanlarında ve hapishanelerdedirler. Bir kısmı şehit düşmüştür. Rabbim şehadetlerini kabul etsin. O sebeple teker teker isim sayamam. Tağutların tekfir meselelerini daha iyi anlamak istersen Şeyh Ebu Muhammed Elmakdisi, Ebu Katade, Abdülkadir Bin Abdulaziz, Ebubasir, Ali Elhudeyr, Nasır Elfehd, Ahmed Elhalidi, Süleyman Nasır Ulvan, Ebu Yahya, Atiyyetullah, Şeyh İsa ve daha nicelerinin kitap ve sesli derslerine bakabilirsin. Rabbim şehitlerini kabul etsin, esir olanları kurtarsın. Onları muhafaza etsin. Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir. Musa Ebu Cafer

BU HAFTANIN MAKALESİ
Asrın Projesi

"Asrın projesi", İslam'ı devletsiz yaşatma projesidir. Kafirler biliyorlar ki her devirde muhakkak İslam'ı yaşayacak birileri var olacaktır. Fakat İslam'ı yaşayacak birilerinin var olması, onları tedirgin etmiyor. Onları tedirgin eden şey, müslümanların Kur'an anayasası ile kurulmuş bir İslam devletinin varlığı ile, İslamlarını - dinlerini yaşama arzudur. Ve İslam düşmanları biliyorlar ki, müslümanların Kuran'a dayalı kurulmuş bir İslam Devleti ile dinlerini yaşama arzusunun gerçekleşebilmesinin tek hakikati de kendilerine karşı yürütülecek olan cihattır. İşte kâfirlerin kurguladıkları asrın projesinin altında yatan gerçek. CİHADSIZ İSLAM….! Çünkü, cihattan ve cihadın hedefi olan Kur'an ve Sünnete dayalı bir İslam devleti kurmaktan soyutlanmış. Ve kendi yönetimleri içerisinde yaşatılacak. Ve Ümmetin büyük bir çoğunluğu tarafından kabul görmüş bu İslam, kendileri için en tehli̇kesi̇z İslam'dır. Öyleyse ey Müslüman! Nerede olursan ol, hangi konumda bulunuyorsan bulun, daveti̇n - tebli̇ği̇n - çaban - gayreti̇n İslam ümmeti̇ni̇ Kur'an ve sünnete dayalı İslam devleti̇ni̇ kurmak amacıyla ümmeti̇ ci̇hada teşvi̇k üzere olsun. Çünkü asrın projesi̇ olan İslam'ı devletsi̇z yaşatma projesini bozmanın tek çözümü de ümmetin tekrar cihat projesi içerisinde yer almasıdır. Ve şimdi Kuran'ın şu emrine kulak verelim. "Ey peygamber! Onları cihada teşvik et!"(Enfal:65) Neden Cihat…! Çünkü küfrün Zulmünden, İslâm devleti̇ ile İslam'ın adaleti̇ne geçi̇ş yapabi̇lmeni̇n tek şartı ci̇hattır. Ve bu cihadı müslümanlara zorunlu kılan şey. Kâfirlerin zulüm maskelerini ortaya çıkaracak olan İslam devleti̇ne ve onda tezahür edecek İslam adaleti̇ne tahammül edemeyişleridir. Öyleyse farz - ayn olan ci̇hattan soyutlanmış bi̇r İslam, peygamberleri̇n mi̇rasına yapılmış bi̇r i̇hanetti̇r. Ebu Zer

...
Ne İçin ve Nasıl Cihad Ediyoruz?

Abdullah el Muhaciri (Kuteybe Türki) | 36 sayfa | PDF’yi Aç & İndir